31 Aralık 2013

Haliyle, Her Şey Daha Güzel Olacak

Malum yılın son günü. Bir haftadır gazeteler, televizyon kanalları, web siteleri, herkes 2013'ün seceresini çıkartıyor. Bir kere her yerde bir "2013'te kaybettiğimiz ünlüler" konulu kolaj çalışmasına denk gelmek mümkün; Allah hepsine rahmet eylesin. Gezi olayları, hayatını kaybeden körpecik insanlar... Onlara da gani gani eylesin. Yolsuzluklar, terör, Suriye'de kimyasal savaş, dolar aldı başını gidiyor. Ne berbat bir yıl geçirmişiz yahu.

Eh, kişisel olarak da tatsızlıklar olmuştur muhakkak. Ailelerden, eşten, dosttan kayıplar, hastalıklar, boşanmalar, ekonomik dertler, iş sorunları.

Evet, bugün bütün bunların yaşandığı 2013 bitiyor. Usulden, bütün bunların yaşanmadığı bir yeni yıl dilemek ama, gerçekçi olursak seneye bugün de 2014'te yaşadığımız felaketlerin ve üzüntülerin muhasebesini yapıyor olacağız. Ve 2015'te ve 2016'da...

Böyle bakınca dükkanı kapatıp gitmek geliyor içimden. Ama iki şey var ki beni ayakta tutuyor.

Birincisi, o kötü saydıklarımın yanında sayabileceğim bir sürü güzel şey de oldu 2013'te. Severek çalıştığım bir işim var, yeni bir 3D TV ve yeni bir araba aldım, Emre'yle çok güzel bir yaz tatili geçirdim, sonra okula başladı sıpa; onu o okul kıyafeti içinde görmeye bayılıyorum. Özetle her şey de kötü değildi.

Evet, bayılıyorum!
Ve ikincisi... Umut. Olabilir, belki de 2013 gelmiş geçmiş en kötü yıldı. Madem dibe vurduk, Neredesin Firuze'de Haluk Bilginer'in felsefesi ile "Dipte yatan o balik gibiyiz. Kuma yattık bekliyoruz, ses yok faça yok, aniden çarpacaz" demek düşer bize de. O zaman, 2014 ve sonrasında işler olsa olsa daha iyiye gidebilir. Bu kadar basit. Hatta onun şarkısı bile vardır yahu. Hadi,bir kaset koyayım da şöyle bir neşelenin dostlar.


Yeni yılınız kutlu, mutlu ve umutlu olsun.

13 Aralık 2013

Reklam Daha Önemli

İstanbul Sabiha Gökçen Hava alanına vardınız. Birinci güvenlikten geçtiniz. Önceden yapmadıysanız, check-in işlemlerinizi hallettiniz. Artık ikinci güvenlikten geçip uçağa bineceğiniz kapıya gitmeye hazırlanıyorsunuz. E, haliyle uçak hangi kapıda, rötar var mı vb. merak ettiniz. Kafanızı kaldırıp bilgi panolarına bakarsınız herhalde. Tıpkı benim yaptığım gibi.

Ha, orada durun bakalım. O iş o kadar kolay değil. Gayet havalı düz ekran monitörler (bizim teknolojideki adıyla Digital Signage ekranları) ve dahi arkadaki dev ekran (ona da Video Wall diyoruz biz) şeklindeki o panolara reklam almışlar. Olabilir, uçaktı, kapıydı vb.ydi arasında iki de reklam görelim ne olacak dedim de. Yahu bitmiyor reklam. Hani, Allah’tan acelem yok ben beklerim de. Son dakika yetişeni var, koştura koştura.

Üşenmedim, zamanlamayı ölçmek için videoya çektim. Buyrun. 2 dakika reklam. 20 saniye bilgi (ki o da 10’ar saniyelik iki farklı ekran şeklinde; yani sizin uçağınızı görebilmeniz için sadece 10 saniyeniz var). Sonra bir daha 2 dakika reklam.

12 Aralık 2013, saat 20:43

Başka bir yerde reklam alınmamış avam bilgi panoları var mı diye baktım. Ben göremedim.

Keza, ikinci güvenlikten geçtikten sonra, kapınıza vasıl olduğunuzda baktığınız ekranlar da aynı düzende.

Demek ki, havaalanında nereye gideceğiniz, uçağınızın nereden kalkacağından daha önemli bir konu var. O da havaalanı işletmesinin reklam geliri. Kredi kartı, teknoloji, giyim kuşam ile beyniniz yıkanırken, arada fırsat bulursanız evinize gidecek uçağın yerini ve saatini de öğrenebilirsiniz.

02 Aralık 2013

Hani Her Şey Daha Kolay Olacaktı? (Dört Köşe #16, Aralık 2013)

Bilişim ve bilgi teknolojilerinin hayatı kolaylaştırmak, daha refah içinde yaşayan bir toplum oluşturmada 21. yüzyılın en etken araçlarından birisi olacağını söyledik ve hayal ettik. Bunu özellikle çekilen çeşitli bilim kurgu temalı filmlerde görmeniz mümkündür. İnsanların işe gitmeden, evinden iş yaptığı, ailelerine ve kendilerine daha çok vakit ayırdıkları, sanat, spor türü etkinliklere ağırlık verdikleri bir gelecek resmini seyrettik.

Çoğumuz için o gelecek çoktan gelmiş olmalıydı; o hayallerin kurulduğu zamanki teknolojilerin ışınlanma ve ışık hızını geçme dışında neredeyse tamamına sahibiz. Peki, her şey daha kolay mı; hayat daha güzel mi? Değil.

Sanırım hesaplanamayan, piyasaya her arz edilen teknolojinin beraberinde eşdeğeri bir talebi de getirdiği. Telekomünikasyon dünyası bunun en güzel örneklerinden birisini bize verdi belki de; cep telefonu. Uzay Yolu dizisi için 1966 yılında hayal olan teknoloji, hayal edilişinden 30 yıl sonra hayatımızın bir gerçeği haline geldi. Ancak, bizler bunun getirdiği rahatlığı çok kısa bir süre yaşadıktan sonra hayatımızın bir standardı haline getirdik. Daha önce 15 günde bir konuştuğumuz kişi şimdi 15 dakika geç cevap verse telefonuna olay oluyor. Bilişim teknolojileri de paralel aşamaları yaşadılar. Eskiden e-posta atıldıktan 15-20 dakika sonra düşerdi alıcının önüne. Şimdilerde telefonda konuşurken, “e-posta atıyorum, attım, geldi mi?” noktasındayız.

Bilişim teknolojilerinin aslında yaşam biçimimizi değiştirdiği gerçeğinden çıkarak artık günlük hayatımızda her şeyi daha hızlı bekler olduk. Eskiden pasaport almak aylar sürerdi; şimdi birkaç gün içinde evinize geliyor. Eczaneden ilacınızı almak için sağlık karnesi vb. bir ton kırtasiyeye ihtiyaç duymadan bir şifre ve kimliğiniz ile alabiliyorsunuz. Daha da arttırabileceğim bu örneklerin hemen hepsinin altında ülkemizde yapılmış başarılı bilişim projelerinin katkıları var. Bu projelere emeği geçen, teknoloji sağlayan herkes işin bir ucundan katkı sağlayarak günlük hayatta kullandığımız belirli servislerin daha hızlı ve kolay olmasını sağladı. Ancak bireysel servislerin hızlanması, kolaylaşması ile bu servislerin beslediği diğer servisler de eşdeğer düzeyde hizmet bekler oldular.

Her yerde ulaşılabilir, her zaman ulaşılabilir bir teknolojiye sahip olabilirsiniz. Ancak belirli bir anda size bir tek kişi ulaşabilir. Yine de bu birden fazla kişinin size ulaşmaya çalışmasına engel değil. Kaldı ki siz o an ulaşılmak dışında başka bir iş de yapmak durumunda kalabiliyorsunuz. Eczaneye 10 kişi geldiğinde tek bir eczacı olduğu için yine sıra beklemek durumundasınız. Ya da eczanenin camında “Cuma’ya gittim döneceğim” yazısı da görebilirsiniz. Ama bu hızlı servisler çağında, kimsenin beklemeye vakti yok.

İşte bu noktada devreye artık makineleri sokmamız gerekiyor. Çünkü makineler tek bir iş için tasarlanıyor, o iş dışında da akılları ya da bedenleri başka yerlere gitmiyor. Aynı anda birden fazla yerle de konuşup, çok sayıda işi paralel de yürütebiliyorlar.

Bulut bilişim ve büyük veri sistemlerinin çeşitli uyarlamaları ile makineler artık gerçekten sadece kendileri arasında iletişim kurarak, aradan insan faktörünü çıkararak belirli servisleri değil, hayatımızı kolaylaştıracak noktalara doğru gidiyorlar. Makineden makineye (“M2M” - Machine to Machine) adını verdiğimiz kavram işte bu noktada devreye giriyor.

Evet, şu an teknolojinin yarattığı hıza ve karmaşaya ayak uyduramıyor gibi durabiliriz. Ama sıkın dişinizi, az kaldı. Makinelerin hızından biz kurtarmaya yine makineler geliyor. Önümüzdeki ay bu konuya değinmek istiyorum.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 136. sayısında yayınlanmıştır.

Ne Vardı Bu Kadar Değiştirecek? (Post PC #07, Aralık 2013)

Sohbet esnasında tam bu ifadeyi kullanmam ama burası dergi.

Mart başından bu yana kullanıyorum. iPhone 5. Daha önce başka yazılarda da belirttim, ben bu yeni nesil aletleri yoğun kullanmakla beraber tüm işlevleri ile de kullanamam. Alo? Alo. Outlook’taki rehber, e-posta ve takvim de senkronize. Telefonla ilişkimin %80’i budur. Kalanı sosyal medya, bazen banka uygulaması; ha bi de oğlan eline geçirdiğinde ona oyun.

Keyfim son derece yerindeydi. Aklımda telefonumu değiştirmek, yenilemek ile ilgili hiçbir şey yoktu. Benim için de değerli olan oydu zaten; beynimi bu konu ile ilgili her türlü dertten, tasadan arındırmak.

Derken iOS 7 denen işletim sistemi güncellemesi çıktı. Herkesin pek bir heyecanla beklediği o güncelleme benim için başıma yeni bir bela anlamına geldi. Şu an haldır haldır yeni telefon arıyorum kendime.

Neden mi? O kadar basit ki. 4 haneden oluşan PIN kodumu giremiyorum iOS 7’de. Yani, giriyorum girmesine de, sayın telefonun keyfini bekleye bekleye. Ben tez canlı adamım. Tık, tık, tık, tık diye bastım mı bitmeli o iş. iOS6 zamanında oluyordu. Şimdi bazen oluyor. Bazen olmuyor. Bilemiyorum ki, algıladı mı, algılamadı mı, ne yaptı herif? Aletin üzerinde bilmemkaç çekirdek var; benim derdim de uranyum çekirdeği parçalamak değil, bakmadan ekrana 4 tane rakamı girmek.

Benimki bişey değil. iPhone 4 serisi cihaz kullanan arkadaşların yaşadıklarını hiç anlatmayayım.

Soğudum ya Apple’dan, alternatif bakıyorum. Sırf bir arkadaşım ısrar etti diye bir hafta kullandım Note 3. Bir haftada 2 kere kilitlendi ve tekrar başlattı kendini. Zaten oldum olası çok sıcak bakmam Android’e. Onca cihaz arasında niye Note 3 derseniz, Quad Core işlemci vb., daha ne olsun, performans adına diye bir. Bir de 5.7” phablet nasıl oluyormuş onu göreyim istedim. Performansa diyecek bir şey yok ama benim Türk usulü güdük ellerim yüzünden tek elle kullanılmıyor. Evet, itiraf ediyorum, araba kullanırken de sağ elimle ekranın sol yakasındaki yeşil açma tuşuna yetişmiyor başparmağım.

Kaldı Windows 8’ler; yani Nokia’lar. 1020 ya da 925’e kaydı gönlüm ama yeni nesil Quad Core işlemcili 1520’nin özellikleri çekici geldi. Hoş, demin de dedim ya, 5.7” büyük geldi bana, 6” hiç olmaz. Mecburen bekleyeceğim, 9xx serisi quad core işlemcili modelleri. Onlar da kim bilir ne zaman.

Of Apple, off. Yazılım denilen meretlerin zaman içerisinde bizden gelen isteklere, piyasanın eğilimlerine göre geliştirilmesi ve güncellenmeleri gayet doğal bir şey tabi ki. Senin işletim sistemin de istisna değil. Yap gerek görsel, gerek işlevsel olarak bana daha hitap edecek bir şey. Ha, geldi mi senin de başına Microsoft’un XP’den Vista’ya geçişte yaşattığı? Olabilir, ama en azından biz o zaman XP ile devam etme şansına sahiptik. Sen bizi mahkum ettin iOS7’ye.

Gerçi, tek derdimiz bu olsun.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 7. sayısında yayınlanmıştır.

25 Kasım 2013

güm, Güm, GÜM! ... Güm?

Davul dediğin deyimlere konu olmuş; sesi uzaktan hoş gelir diye. Doğru gerçekten de. Yaklaştıkça daha başka bir şeyin sesini duyamaz oluyorsun çünkü. Tek başına da çekilmiyor meret. Yine de garip bir cazibesi var, illa ki eline alıp iki de sen vurmak istiyorsun. Ama yanına varıp tokmağı da eline alınca... O zaman iş değişiyor.


Zurna gibi de değil bu meret; üflemenin usulünü bilmezsen ses çıkartamazsın zurnadan. Oysa tokmağı her eline alan iyi-kötü bir gümletir davulu. Gümletir de, ona çalmak denir mi? Bak orası sana kalmış. Bakma başkasına, davuldan çıkarttığın sesten sen memnunsan ne ala. Ha, ama kendin de beğenmediysen çaldığını, bırak tokmağı, geç uzağa. Bırak da çalabilen çalsın.

Özet; arası yok bu davul işinin. Ya ehline bırakacaksın, sen uzaktan dinleyeceksin. Ya da tokmağı alıp benim çalabildiğim bu diyeceksin.

İkisinin arasında gerçekten de çekilmez oluyor.

10 Kasım 2013

Peki, Korkuya Ne Yol Açar?

Star Wars Episode I - The Phantom Menace fiminde, benim de çok sevdiğim bir replik var. Jedi sanatlarında olduğu kadar devrik cümle kurmada da usta sayılan Usta Yoda, genç Anakin'i Jedi konseyine getirdiklerinde bakar ve der ki "Fear is the path to the dark side. Fear leads to anger. Anger leads to hate. Hate leads to suffering. I sense much fear in you"

Büyük düşünür, o veciz sözleri söylerken...
Türkçe'ye "Korku karanlık tarafa giden yoldur. Korku öfkeye yol açar. Öfke nefrete yol açar. Nefret acı çekmeye yol açar. İçinde çok fazla korku hissediyorum" şeklinde çevirebileceğimiz bu vecizede aslında efsane 6 filmin baş kahramanı olan Anakin Skywalker/Darth Vader karakterinin dönüşümünü özetliyor Usta Yoda.
 
İnsanoğlu çoğunlukla ileri yönelik düşünüyor. Filmlerin yaratıcısı George Lucas bu konuda bir istisna. 1977'de sinemalarda gösterilen ilk film "Bölüm 4" olarak gösterilmişti. Adam bölüm 5 ve 6'yı çektikten 16 sene sonra döndü, yukarıdaki sözleri de içeren Bölüm 1'i çekti.

Ben, aynı geri düşünme mekanizmasını bizim "Korku - Öfke - Nefret - Acı Çekme" sıralamasında da çalıştırmak istiyorum. Evet, Anakin'i korktuğu dönemde tanıyarak başladık hikayemize. Peki ya öncesi? Korkudan önce ne var?

Aklımın erdiğince insan bir şeyi kaybetmekten korkuyor. Hayatını, sağlığını, sahip olduğu herhangi bir şeyi yitirmek insanı korkutan.

Bir şeyi sahiplenmek için de o şeye bağlanmanız, onu vazgeçemeyecek derecede istemeniz gerekiyor.

Ve, bir şeyi vazgeçemeyecek derecede istemek için de onu sevmeniz; çok çok sevmeniz.

Bu bakışımla, az önce saydığım silsilenin başına "Sevgi - Bağlanmak - Sahiplenmek" diye bir üçlü daha koymak mümkün.

900 küsur yıllık ömrünün ilk zamanları hakkında çok fikir sahibi değiliz kendisinin. Ama Usta Yoda'da diğer Padawan'lar gibi çok küçük yaşta ailesinden alınarak yetiştirilmeye başlanmışsa, muhtemelen Anakin'in annesine duyduğu sevgiyi anlayamadığı için sadece içindeki korkuyu hissetmiş ve buradan yola çıkmıştır konumuz olan veciz sözlerine.

Halbuki bakarsanız çok net görebilirsiniz ki, önce annesine, daha sonra Padme ve potansiyel çocuklarına duyduğu sevgi ve bu sevgiyi yitirme korkusu Anakin'i yoldan çıkartmış ve bütün bir galaksinin acı çekmesine neden olmuştur.

Uzatınca "Sevgi bağlanmaya yol açar. Bağlanmak sahiplenmeye yol açar. Sahiplenmek korkuya yola açar. Korku öfkeye yol açar. Öfke nefrete yol açar. Nefret acı çekmeye yol açar." şekline getirebileceğimiz cümlenin beni çok korkutan bir yönü var.

İçimde çok fazla sevgi hissediyorum.

02 Kasım 2013

Yeşil Telefon Devrimi (Dört Köşe #15, Kasım 2013)

Pek çoğumuzun çocukluğunun en aşina objelerinden birisidir çevirmeli yeşil telefon. İş amaçlı teleks,
tebrik amaçlı telgraf gibi şeyler de vardı da dünyada, toplumumuzun telekomünikasyon olarak algıladığı konunun %90’ını oluşturuyordu bu cihazlar. İkide birde değişme imkanı da olan bir şey de olmadığı için 1970’li yıllardan tuşlu telefonların piyasada yaygınlaştığı 1980’lerin ortalarına kadar, kabaca 15 sene boyunca üzerlerine serilen dantelleri ile birlikte hafızamıza yer etmiştir.

Oysa 15 senelik bilişim kariyerim boyunca şu an 11. cep telefonumu kullanıyorum. En basitinden walkman özelliklisine, akıllı telefonuna kadar her çeşidi bir şekilde kullanmak durumunda kaldım. Şu anda da oldukça iyi model bir akıllı telefona sahibim de… İlginç olanı, bu cihazı yine yeşil telefon olarak kullanıyorum.

Ne hikmettir bilinmez, popüler tüm mobil işletim sistemlerinde telefonla arama yapma simgesi yeşil. Eşinizi dostunuzu mu arayacaksınız? Hop, hala yeşil telefona sarılıyorsunuz.

Yalnız, bu ara sesli telefon görüşmesini de geçen bir konu var. Ne garip ki simgeleri ağırlıklı olarak yeşil renkte olan anlık mesajlaşma uygulamaları.

İğneyi kendime batırarak başlıyorum da toplum olarak pek bir iletişir olduk. Parkta, sokakta, evde, iş yerinizde bir bakın. Herkes herkese mesaj yazıyor. WhatsApp, WeChat, FaceBook Messenger, Skype, Viber, iChat, FaceTime ve daha burada saymaya sayfanın yetmeyeceği bir sürü anlık mesajlaşma uygulamasını her telefonda illa ki bulunan SMS imkanıyla da birleştirince ortaya korkunç bir iletişim resmi çıkıyor. Twitter, Facebook gibi mikro bloglara atılan iletileri de saymadım daha.

Bunun günlük kullanımının yanında bir de kurumsal yansıması var muhakkak. IP tabanlı telefon diye başlayan ağ tabanlı iletişim ürünleri bugün kurumsal pazarda da tümleşik iletişim çözümü adı altında bir yelpaze olarak karşımıza çıkıyor. Ama yine de bu çözümlerin de en yaygın kullanılan bileşeni anlık mesajlar. Microsoft, Cisco, Polycom gibi bu konuda lider çözüm üreten firmalarını kullanan kurumlarda da insanlar niyeyse karşısındakileri arayıp görüntülü konuşmak gibi bir imkan varken, tuşları tıkırdatarak karşıdaki insanla iletişim kurmayı tercih ediyor. Yalnız, biraz daha kurumsal bir hava katmak için olsa gerek, kurumsal mesajlaşma uygulama simgelerine mavi renk hakim.

Gerek bireysel, gerekse de kurumsal kullanımda olsun, bu mesajlaşma olayı telekomünikasyon dünyasının en önemli gerçeklerinden birisi haline geldi. Resim, http linkleri vb. şeyleri konuşarak karşımıza aktaramadığımız için tercih ediyoruz sanırım anlık mesajlaşma çözümlerini. Gerektiğinde sesli ve görüntülü görüşebilmek, ücretsiz internet hizmetleri üzerinden iletişim kurabilmek, dünyanın dört bir yanı ile oldukça düşük ücretler karşılığı iletişim kurabilmek de bu çözümlere olan ilgiyi popüler kılan birkaç öğe.


Yalnız işin bir de insan evrimi ile ilgili değişik bir boyutu ortaya konuldu. Yeni nesil mesaj yazma ve oyun konsolu kullanma gibi alışkanlıklarından ötürü başparmaklarını işaret parmaklarından daha fazla kullanır hale gelmiş durumda. Kapı zilini başparmakla çalmaktan tutun da, yön göstermeye kadar pek çok işi başparmaklarını kullanarak yapan bir nesil çıktı ortaya. Motorla’nın UCLA ile yaptığı bir çalışmada, bu aletleri kullanmada önde gelen ülkelerden Japonya’da Oya Yubi Sedai (başparmak kuşağı) olarak adlandırılan bir kuşağın oluştuğunu ve bu kuşağın sadece başparmak kullanarak dakikada 40 kelime yazabildiğini ortaya çıkarıyor (tavsiye ederim, kaynağından okuyun http://classes.dma.ucla.edu/Winter03/104/docs/splant.pdf)

İletişim devrimi telefonun rengini değiştirememiş olsa bile kullandığımız parmağımızı değiştirmiş. Yeşil telefonu işaret parmağımızla çevirirdik biz. Şimdi yeşil simgeye başparmağımızla basıyoruz.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 135. sayısında yayınlanmıştır.

Telefonlardan Zil Sesi Kaldırılacakmış (Post PC #06, Kasım 2013)

“Dürüst, Tarafsız, Ahlaksız Haber” sitemiz Zaytung’a yakışır bir başlık da olurdu ama gerçekten de zaman zaman aklıma gelmiyor değil bu yazdığım.

Kabul ediyorum, bilişim sektöründe, home office düzeninde çalışan bir insan olarak akıllı telefonumu yoğun olarak kullanıyorum. Sesli görüşme, e-posta, ve ajanda fonksiyonları benim için çok kritik ve iş olarak yaptığım şeyler bunlar ile sürekli iletişim halinde olmamı gerektiriyor. Her telefonda olduğu gibi benim telefonumun üzerinde de bu işlevlere ait uyarıcılar var; telefon çalıyor ve titriyor, takvim ve e-posta için de uyarıcı ses tonları var.

Bir de sosyal paylaşım tarafım var. SMS, WhatsApp, Facebook ve Facebook Messenger, Foursquare ve zaman zaman da Skype ile iletişim kuruyorum sosyal çevremle. Haliyle, bunlarla da ilgili görsel ve sesli uyarıcılar var telefonda.

Ha, peki gerek var mı? Bakın onu sorguluyorum işte. Çünkü telefon sürekli elimde; cep telefonluğundan el telefonluğuna terfi etti kendisi. Mesaj mı geldi, ben zaten görüyorum. Telefon mu çalacak, daha zil sesi başlamadan, ekranın aydınlanması ile açma işlemlerine başlıyorum.

Şimdi, 45 yaşında benim halim bu. Daha gençler ne haldeler, hayal etmek bile zor diyeceğim de, aslında sokakta doğrudan yaşıyoruz.

Sadece başparmak kullanarak dakikada 40 kelime üretebilen (mrb, slm, tşk kelimeden sayılıyor mu?) bir iletişim nesli yetişmiş durumda. Arkadaşımın kızı var 14 yaşında, onu gözlemliyorum. Sürekli ama sürekli bir şeyler yazıyor; eh birilerinin yazdıklarını da okuyor herhalde. Gene çıtayı bir kuşak üste çekeyim, trafikte bakıyorum gene herkesin elinde. Araba sürerken konuşmayı aştık, mesaj yazanlar var. Ne yalan söyleyeyim, ben de kırmızıda durunca bir göz atıyorum.

Tabi işin sosyal boyutu var, çözmeye benim aklımın yetmeyeceği de, hepimizin ne çok şeyi varmış dünyaya ve arkadaşlarımıza söyleyeceğimiz. Ve ne çok merak ediyormuşuz o söylenecekleri ki, sürekli ne geldi diye bakıyoruz telefona. Hadi gene kendime batırayım iğneyi, geçen akşam ekipçe yemeğe çıktık sosyalleşelim diye. Ben de dahil herkesin elinde telefon. Ve hatta kendimi ekranın ışığı söndükçe düğmeye basarken yakaladım. Cuma akşamı saat olmuş on küsur, kimden ne duymayı bekliyorsam? Tek teselli, bu tür davranışlar sergileme konusunda yalnız olmadığımı bilmem.

Yolda yürürken, parkta otururken, arkadaş sohbetlerinde çantamızda, cebimizde ve hatta elimizde bile değil artık telefon. Doğrudan gözümüzün içinde. E hal böyleyken de, zil sesi olmasa da olur yani.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 6. sayısında yayınlanmıştır.

Mobil Cihazlar İle Güvenli Bilişim (CeBIT Life 2013 Sayı 2, Ekim 2013)

Gerek bireysel, gerekse kurumsal bilişim yapılarının olmazsa olmazı haline gelen mobil cihazlar da siber güvenlik kavramı dahilinde göz önüne alınması gereken bileşenler kapsamında. Ancak mobil işletim sistemleri çalıştıran cihazlar doğaları gereği klasik masaüstü uç noktalardan çok daha farklı ele alınması gereken bir platform.

Bunun altında yatan temel sebeplerden birisi işletim sistemi ve cihaz yapısından kaynaklanıyor. Mobil cihazlarda kullanılan işletim sistemleri cihaz üreticisinin tercihine göre farklılık gösterirken yanlarında bu işletim sistemlerinin kendilerine has kısıtlamalarını da getiriyorlar. Blackberry, Apple gibi üreticiler tamamı ile kapalı ve kendilerine özel işletim sistemleri geliştirirken, Microsoft masaüstü işletim sistemlerine yakın bazı standartlar sağlamaya çalışıyor. Android ise bilindiği üzere tamamı ile açık kaynak bir platform.

Güvenlik açısından baktığınızda, hangisinin daha iyi olduğuna karar veremediğiniz bir noktaya geliyorsunuz. Evet, kapalı mobil platformlar doğaları gereği daha güvenli gözükebilir. Ancak bu platformlar üzerlerinde zararlı kod analizi yapabilen bir arayüze de izin vermedikleri için bu platformlar için bir güvenlik çözümü üretemiyorsunuz. Android ise açık kaynağın getirdiği pek çok saldırı noktasını bünyesinde barındırmakla beraber size bunun çaresini sunan yazılımları oluşturmanın da imkanını sunuyor.

Kurumsal bir yapıda birden fazla mobil platforma destek vermek söz konusu olduğunda işler daha da karmaşıklaşıyor. Farklı platformlarda ortak güvenlik politikaları oluşturmak platformlar arası uyumsuzluklardan ötürü oldukça zor. Bu noktada mobil cihaz yönetim çözümleri bir nebze olsun imdada koşuyor. Cihazların üzerinde bulunan kaynakların denetlenmesine yönelik eylemler ile farklı platformları daha ortak bir noktada buluşturmak mümkün olabiliyor. O yüzden çoğu kurum mobil güvenlik ve yönetimi bir arada barındıran çözümleri tercih ediyorlar.

Mobil sistemler deyince akla öncelikle cep telefonları ve tablet bilgisayarlar geliyor. Ancak bugün Android işletim sistemi çalıştıran IP kameralar, VoIP telefonlar, medya oynatıcılar, Digital Signage cihazları da yerlerini almış durumdalar.

Mobil güvenlik dünyasında asıl hareket açık kaynak platform olması sebebi ile Android etrafında dönüyor. Kullanıcıya verdiği esneklik nedeni ile siber saldırganlar da burayı hedef seçmiş durumdalar çünkü. İşletim sistemi, Java gibi temel bileşenlerden kaynaklanan açıkları geçin, bunun üstüne şu an itibarı ile çeşitli Android marketlerde yer alan bir milyonun üstünde zararlı uygulama var. Bu uygulamalar vadettikleri işi yapmanın yanı sıra yüklendikleri mobil cihazlar yardımı ile bilgi sızdırma, ücretli servislere mesaj atma, ortam dinleme gibi pek çok zararlı eylemi de gerçekleştiriyorlar.

Bir de konuyu sadece bu cihazların kendi üzerlerinde gerçekleşecek zararlı eylemler olarak görmemek lazım. Mobil cihazlar kendi üzerlerinde çalıştırılamasa bile bağlandıkları ağa zararlı yazılım aktarma konusunda aracı olarak kullanılabiliyorlar.

Mobil cihazlar üzerinde barındırılan verilerin yanlış ellere düşmesi de bir başka konu. Çalınan ya da kaybedilen bir mobil cihaz üzerinde çok değerli kurumsal veriler bulunabiliyor. Ve bu veriler tableti kullanan kişinin bireysel verileri ile yan yana duruyorlar.

Mobil cihazın kime ait olduğu konusu da ilginç bir nokta. Kurumların sahip olup da personellerine dağıttıkları cihazlar üzerinde “bunlar kurumun iş amaçlı varlığıdır” deyip her türlü önleyici ve yönetsel politikalar uygulamak yine de daha kolay. Ancak kişilere ait mobil cihazlarda kurum uygulamaları çalıştırdığınız senaryoda iş farklı bir boyut kazanıyor. Sonuçta bireyler kendilerine cihazlarda keyfiyetlerine uygun her türlü uygulamayı çalıştırma hakkına sahipler.

Burada da imdada mobil çalışma alanı çözümleri yetişiyor. Uygulamalar aslen kuruma ait veri merkezlerinde bulunan sanal mobil ortamlarda çalıştırılıyor ve uygulama sanallaştırmaya benzer bir yöntemle mobil cihazlara aktarılıyor. Kurumsal veriler de yine bu veri merkezinde bulut depolama teknikleri ile tutuluyor. Mobil cihaz güvenlik ve yönetim çözümleri ile birlikte kullanıldığında, kullanıcıya hiçbir şey hissettirmeden belirlediğiniz kurallar dahilinde kurumsal uygulamaları mobil cihazlara aktarmanız mümkün. Mobil cihazın konumu ya da bağlandığı ağ kimliğine bağlı olarak belirli uygulamaların çalışmasına ya da belirli verilere erişimine yönelik politikalar belirleyebilirsiniz. Bu tür çözümlerde hem Android, hem de kapalı platformlarda bu imkanı sağlayan çözümler öne çıkıyor.

Mobil cihazlar ile güvenli bilişim sağlamak üzerinde çok boyutlu düşünülmesi gereken bir süreç. Yine de sağladığı üretkenlik göz önüne alındığında, harcanan çabaya değeceği kesin.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek CeBIT Life Magazine 2013 2. Sayı'sında yayınlanmıştır.

e-Devlet Yapıları İçin Siber Güvenlik Çözümleri (CeBIT Life 2013 Sayı 1, Ekim 2013)

Günümüzde devletlere ait işlemlerin de neredeyse tamamı elektronik verilerin işlenmesi ve el değiştirmesi şeklinde gerçekleşiyor. Hemen hemen tüm ülkelerin devletleri, Türkiye’de gerçekleştirilmiş UYAP, MERNİS, TAKBİS, VEDOP gibi otomasyon projelerine yatırım yapıyor ve gerek vatandaşa, gerekse diğer özel ve kamu kurumlarına verdikleri hizmetleri bu sistemler üzerinden sağlıyorlar.

Takdir edileceği üzere bu sistemler içlerinde çok değerli bilgileri barındırıyorlar. Bir devletin kamu kurumlarında bulunan bilgilere sızmak gerek bireysel siber saldırganlar, gerekse diğer devletler tarafından paha biçilmez değerlere sahip olabiliyor.

Elbette her kamu kurumu sahip olduğu bilişim altyapılarına ait kendi güvenlik önlemlerini alıyor. Ancak devletlerin bu bireysel güvenlik yapılarını standart bir yapıya oturtmaları, bu yapıların tamamını tek bir noktadan denetleyerek ülkeye yönelik siber saldırıları tespit etmeleri ve karşı önlemleri almaları günümüz devlet politikaları arasında önem kazanmaya başlayan konulardan.

Her ülkenin farklı bir e-Devlet bilişim alt yapısı var. İncelendiğinde temel iki yapının söz konusu olduğunu görüyoruz. Bunlardan ilki her kurumun kendi veri merkezini ve ilgili servisleri barındırdığı yapı. Söz konusu yapıda e-Devlet projesi münferit kurumların servislerinin tek bir noktadan verildiği bir portal konumunda yer alıyor. Buna alternatif yapı ise konsolidasyon üzerine kurulu. Bu yapıda ise devlet sağladığı tüm bilişim hizmetlerini adedi çok aza indirgenmiş veri merkezlerinden veriyor.

Hangi yapı söz konusu olursa olsun, amaç devlet geneline yapılan siber saldırıları ortaya çıkartmak ve karşıt önlemleri almak. Bir örnek vermek gerekirse, bir ülkenin tarım ile ilgili bir kurumuna yapılan hedefli bir siber saldırı ilgili kurum tarafından tespit edilerek önlenebilir. Ancak, bir devletin tarım ile ilgili birkaç kurumuna eş zamanlarda, birbirleri ile bağlantılı kaynaklar tarafından gelen bir saldırı seti söz konusu ise durum değişecektir. Aynı önem bağlantılı kaynaklardan bir devletin farklı kurumlarına yönelen bir saldırı durumunda da söz konusu olacaktır.

Bu noktada devlet olarak her bir kamu kurumunun sahip olduğu bilincin üzerinde bir ortak siber güvenlik bilinci ve istihbaratı oluşturulması gerekliliği doğmaktadır. Oluşturulacak bir üst komuta merkezi tüm kamu kurumlarından ortak bir biçemde alacağı güvenlik istihbarat bilgisini, iç ve dış siber güvenlik istihbarat kaynaklarından alacağı bilgilerle birlikte bir iş zekası çözümü ile yorumlayarak devletin genelini ya da belirli bir kısmını adresleyen bir siber saldırı olup olmadığı ile ilgili analiz yapacaktır.

Bu iş zekası çözümüne veri sağlanması, kurulan e-Devlet modeli ile farklılık göstermektedir.

Dağıtık yapıya sahip devletlerde, komuta merkezine veri iletilmesi ile ilgili bir standart belirlenerek bu iletime uygun saldırı tespit sistemleri tüm devlet kurumlarında konuşlandırılma yoluna gidilmekte. Temel olarak her bir kurum internet üzerinde işlem yaptığı bant genişliği ile orantılı olarak önceden belirlenmiş birkaç şablondan birisi kurum altyapısına entegre ediliyor. Bu sayede hem tüm kurumlar kendi siber güvenlik sistemlerine sahip oluyorlar, hem de bu sistemlerden üretilen bilgiler, devlet tarafından belirlenen ortak bir standartta komuta merkezine iletilerek burada bir arada analiz edilebiliyor. Bu yapıda her bir kuruma uygulanan çözüm nispeten basit olmakla beraber çok noktanın yönetimi aşılması gereken bir güçlük.

e-Devlet projelerini az sayıda veri merkezinde bir araya getirmiş yapılarda ise senaryo daha farklı. Buralarda, daha az sayıda merkezin yönetilmesi ve bu merkezlerden veri toplanması söz konusu. Ancak bu yoğunlaştırılmış veri merkezlerinin internet ile yaptığı yoğun iletişim göz önüne alındığında, buralarda yapılacak siber saldırılara yönelik analiz için oldukça güçlü ve karmaşık sistemlere ihtiyaç duyuluyor.

Her durumda devlet eliyle toplanan ve devlet kurumlarına yönelen saldırılara ait bilgiler, küresel güvenlik istihbaratına sahip gerek özel, gerekse açık kaynaklı diğer istihbarat bilgileri ile birlikte harmanlanarak konusunda uzman danışmanlar desteği ile devlete ait bir siber güvenlik stratejisi oluşturmakta kullanılıyor. Bu sayede e-Devlet yapıları, süregelen siber savaşta açıkta duran hedefler olmaktan çıkıp akıllı koruma stratejileri ile donatılmış güvenli çözümler olarak hizmet vermeye devam edebiliyor.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek CeBIT Life Magazine 2013 1. Sayı'sında yayınlanmıştır.

27 Ekim 2013

Yine Bir Pazar Akşamı

"Home is where the heart is" diye İngilizce bir deyiş vardır; yuvan kalbinin olduğu yerdir. O yüzden olsa gerek ki Pazar akşamlarından itibaren kendimi pek evimde hissetmiyorum. Zor iş insanın en sevdiğinin sıcaklığını sadece iki gün yaşaması.


Çoğu insan hep gülerken bilir beni. İki çeşidi vardır aslında onun. Eskiden hangisinin ne zaman olduğu gününe göre değişirdi. Şimdi belli. Cumartesi sabahından Pazar akşamına kadar gülüyorum. Pazartesi sabahları ise gülümsememi kuşanıyorum. Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan gece, işte orası alacakaranlık, zor geçiyor.

Eskiden beri çok severdim yazları. Artık daha da bir seviyorum. Yazları birlikteyiz çünkü.

 

25 Ekim 2013

Görüşmeniz Kayıt Altında

Bu aralar gene deliler gibi arıyorlar. Bankası, TV paketi, sigortası. Açsan bi türlü, açmasan biliyorsun ki sen açana kadar tacize devam. Bi yerlerden girmişiz veritabanına. Bi de, görevleri heralde gariplerimin, hani, uzuuun uzadıya, niye istemezsiniz, şöyle yapsak olmaz mı filan. Ters de konuşmak istemiyorum, o rutini yapmak için çalışıyor çocuklar sonuçta; yoksa elin genç kızının benim erotik paket seyretmemi teşvik etmesinin kişisel bi amacı yoktur heralde.

Geçen gene çaldı, (0) 850 bilmemkaç bilmemkaç. Açtım, ne diyeceklerse desinler de düşsünler yakamdan.
  • "İyi günler, ben feşmekandan arıyorum. Murat Songür Bey ile mi görüşüyorum?"
  • "Evet benim buyrun."
  • "Murat Bey, öncelikle kalite standartlarımız çerçevesinde görüşmeniz kayıt altına alınmaktadır."
deyince birden bi ampul yandı bende,
  • "Çok teşekkür ederim, güvenliğim açısından ben de görüşmeyi kayıt altına alıyorum, umarım sorun yoktur?"
  • "......"
Kurudu arkadaş.

Birkaçtır deniyorum. Çok eğlenceli olabiliyor.

Tavsiye ederim.

24 Ekim 2013

14 Ekim 2013

Browser Choice Denen Lanet

Zaten bayram tatilini tercihim dışında evden uzakta geçiriyor olmanın huysuzluğu üzerimde. Sabah bilgisayarı açtım, bilmemkaçıncı kez o ekran.

 
Hadi yaa... Ulan densiz, bu sayfayı yazanlar daha kısa pantalonla dolanırken biz Netscape mi kullansak, Opera mı diye dolanıyorduk. Bana mı anlatıyorsun? Ya da, hiç anlamıyorum bilgisayar işlerinden ama mutlu mutlu takılıyorum. Sana ne, niye benim browserimi unpin ediyorsun? Sana mı kaldı? Başlarım Avrupa Birliği'nin uyum şeysine; işim var benim açıp çalışıcam. Anlamıyor olduğum durumda da şimdi eşi dostu mu arıycam "benim browser vardı solda altta, birden kayboldu, vallaha ben bişey yapmadım" diye.

Bir sefer olsa yine takmayacağım da. Bi güncelleme geliyor, hop yine.

Lafım Microsoft'tan çok bu ekranı görmeme sebep olan zevata. Etmiyorum kardeşim tercih mercih. Tercih etmemeyi tercih ediyorum, koyunum ben, sürü psikolojisi; var mı daha bi diyeceğiniz.

Hazır konusu açılmışken bu meretin bir daha görülmemesi için yapılması gerekenleri de anlatalım. Bilgisayarınızın başlatma yuvarlağından regedit.exe'yi çalıştırın (fazla da oynamayın bu meretle, bilmeyenin elinde tehlikelidir).
 
Açılan ekranda HKEY_LOCAL_MACHINE\SOFTWARE\BrowserChoice alanına gidin ve boşlukta bir yere sağ tuşla basarak yeni bir DWORD ekleyin. Adı "Enable" olsun, değeri de "0"


Bi daha da açılmıyor şerefsiz.

11 Ekim 2013

Dört Köşe'ler ve Post PC'ler

Evlilik Aşkı Öldürüyor'da da belirttiğim üzere, dergilere yazdığım yazıları burada janjanlı sayfalarda değil de aynen yazdığım haliyle paylaşmayı tercih ettim; yoksa durum kötüydü.

Son bir gayretle bugüne kadar yayınlanan Dört Köşe'leri ve Post PC'leri benim yazdığım halleri ile bloga attım. CeBIT Life'lar zaten varlar. Bundan sonra aylık olarak takip edebilirsiniz; takip etmek isterseniz tabi.

Dört Köşe'ler
Post PC'ler ise
şeklindeler.

Vecibelerimi tamamlamanın mutluluğu ve artık daha rahat yazmanın ümidi ile.

 

Akıllı Alet - Edevat (Post PC #05, Ekim 2013)

İnsanoğlu illa ki bir şeyleri biliyor olmaktan keyif duyuyor olsa gerek ki, zamanı bilmekle ilgili merakını gidermek için saat diye bir şey icat etmiş. İlk kol saati de zamanı bilmeyi çok önemseyen bir hanımefendinin kolunda 1868 yılında yer almış. Saat denen meret koldaki yerini sevmiş olacak ki, neredeyse 150 yıldır hala orada duruyor. Yalnız bu bilme merakı insanları “yahu bu kolumuzdaki şeyden daha neleri öğrenebiliriz” noktasına taşımış. Retro dedektif Dick Tracy’nin kolunda, iletişim özellikleri taşıyan ilk kol saatinin hayali çizgi olarak yer bulduğunu görüyoruz. Zaten Sony 2012’de çıkarttığı Android tabanlı ilk kol saatine kod ad olarak Dick Tracy münasip görmüştü.

James Bond’dan Uzay Yolu’na, pek çok hayal ürünü eserde kahramanların kendince akıllı saatleri ile dünyalar kurtardıklarını gördük. Belki de en kafamıza kazınan Kara Şimşek’te Michael Knight’ın kolundaki Comlink saatiydi. Garibim, saati ile KITT’e takla attırabilmekle beraber bir telefon etmek için bir ankesörlü telefon bulmak zorundaydı. Samsung ve Apple’ın da dahil olduğu lider cep telefonu üreticisi firmalar bu derdi çözecek aksiyonlar alırken asıl bomba beklenmedik bir yerden geldi. Nissan, Nismo adında bir akıllı saat ürettiğini duyurdu.

Metalik rengi için ek bir fiyat talep edilip edilmeyeceğini merak ettiğim saatin en önemli özelliği akıllı saat özelliklerini Nissan otomobillerin sahip oldukları özellikler ile entegre edip, klasik akıllı saat kavramını bir otomobil sürücüsü için özelleştirilmiş fonksiyonlar ile yorumlamış olması. Çok kısıtlı bir zümreye hitap eden Nismo’nun bende uyandırdığı asıl soru, her teknoloji ile donanmış cihaz için özel bir akıllı saat çıkıp çıkmayacağı.

Tabi vizyonu da sadece saatle kısıtlı tutmamak lazım. Mesela buzdolabına özel bi gözlük üretsen; dolaba bakınca içinde gördüğü malzemeleri yorumlayıp sana alışveriş listesi çıkarsa ya da “içimdeki malzemeden bi çorba, bi de etli türlü yapman mümkün; buyur tarifi” gibi bir akıl verse.

Bu sefer de arabanın akıllı saati, buzdolabının akıllı gözlüğü, müzik setinin akıllı kulaklığı derken ortalık çorbaya dönecek. İnsan vücuduna entegre edilenleri çıkana kadar icat edilecek türlü akıllı alet edevat gündemimizi epey meşgul edecek görünüyor.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 5. sayısında yayınlanmıştır.

Akıllı Aletler Ve Mutsuz Orta Yaş İnsanları (Post PC #04, Eylül 2013)

Ben de dahil, belirli bir yaş üstü insanların yeni nesil cihazlarla arası hiç iyi değil. İki farklı kategoride sürüyor bu mutsuzluk.

Birinci grup “ben bu işlerden hiç anlamam” diyenler grubu. Ellerine elektronik cihazları hiç sürmemiş ve yenilgiyi peşinen kabullenmiş bu kitle, misal, evlerine aldıkları akıllı televizyonların kumandalarında yeşil, 1, 2, P+ ve V- tuşları dışında bir yerine basmayarak hayatlarını gayet güzel sürdürebiliyorlar. Ağızlarından çıkan şikayet genellikle “onca para verdik, hiçbir özelliğini kullanmıyoruz” şeklinde. Haklılar belki ama en azından kendileriyle barışık bu dostlar.

Ancak sayıları azımsanamayacak bir kitle de var ki, onların derdi farklı. Onlar bu cihazların özelliklerini gayetle iyi bilmekle birlikte kullanamıyorlar. Benim akıllı televizyonumla çoklu ortam paylaşımı, gözlük takarak yan yana oyun oynamak vb. mümkün. Facebook’a Twitter’a bağlan, YouTube’da video izle filan. Ama yapamıyorum. Ha, koyun önüme bir PC. Taklasını attırırım. Ama televizyon ile beceremiyorum.

Yıllardır oyun konsollarının gamepadleri ile anlaşamamamdan belliydi benim olay. FPS dediğin klavye ve mouse ile oynanır; getirin Call of Duty’yi, Counter’ı, alayınızı deviririm. Bu tablet vb. dediğinizde de eğme bükme ile oyun oynama işini beceremiyorum. Yoksa NFS’i de ok tuşları ile pek güzel oynarım; biline.

Sebebi ezbercilik özünde. Yıllardır öylesine güzel alışmışım ki her şeyi dosya tabanlı çalışan kişisel bilgisayarlar ile yapmaya, şimdi aslında çok da ha düz mantık ile hazırlanmış olan, hatta çok daha basite indirgenmiş kullanımı olan uygulamalar elime batıyor.

E, alışık değilim bilgisayarın benim adımıza şarkının adını, albümünü, yılını ve albüm kapağını tag üzerinden hazır etmesine. Ben illa bilmeliyim hard diskin hangi dizininin altında dosyanın adının ne olduğunu ezberlemeye. Utanmasam diski açıp neresine yazdı diye bakacağım. Halbuki sana ne, iTunes biliyor ne nerde, sen git Muse’dan Hysteria de, dinle gitsin.

Bir de PC’lerin sağladığı bazı esneklikleri de arıyor insan. MP3 çalar var 128 GB, pek güzel. Ben albüm delisiyimdir, ama böyle tek tek sevdiğim şarkılardan oluşan bir de karışık dizinim var. E, kardeşim, adam alfabetik sıradan çalmaya kalkıyor, halbuki PC’de olsam iki tık ile kendimce bir DJ’lik sergileyebileceğim. Tabi alet de haklı, 5 cm2’lik ekranın neresine öyle bir kontrol koysun da, PC gibi olmuyor işte.

Velhasıl, orta yaş bir kitleye mensubum, alışkanlıkları ile yeni nesil cihazlarla kavga halinde olan. Neler yapabileceğini bilip de yapamamak adama koyuyor. Hele ki bu cihazları çatır çatır kullananan gençleri görünce, iTunes’tan Müzeyyen Senar aratıyorum, “Bir bahar akşamı rastladım size”.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 4. sayısında yayınlanmıştır.

Post PC Randevu (Post PC #03, Ağustos 2013)

Ankara’daki evimden hareket edeli neredeyse 4 saat oldu. İyi geldim sayılır Nişantaşı’na. Her anlamda hem de. Birinci köprünün açık olduğunu gördüğüm için gişelerden direk Çamlıca’ya yöneldim. Böylece trafik sıkıntısı yaşamamış oldum. Ayrıca çok da ekonomik geldim. 100 km.de ortalama 5.0 litre yakmışım; kabaca 100 TL.ye geldim demektir Ankara’dan İstanbul’a. Kalacağım otele de daha önce hiç arabayla gelmemiştim ama, Foursquare’den adresini bulup cadde ve numarası olarak girince sorunsuzca ulaştım.
.........
Sabah erken toplantım olduğu için akşam geldim İstanbul’a. Akşam bir planım yok şimdilik; tek başıma yerim herhalde. Otel’e check-in yaptım, bakalım yakınlarda güzel bir yer nereyi öneriyor? City’s güzel görünüyor, deneyebilirim. A-a... Çok sevdiğim bir arkadaşım da çok yakındaki bir otele check-in yapmış. Yıllar var görüşmedik; dur şunu cepten arayayım. Tüh, yemekte birlikte olamayacağız, işi var. Ama yemekten sonra bir şeyler içmek için buluşabiliriz. Birkaç arkadaşına söz vermiş gerçi de benim de gelmemde bir sakınca yok. Benim için de hava hoş, birkaç yeni arkadaş edinirim belki.
.........
City’s’in önünde buluştuk. Gideceğimiz yer Akaretler’de. Bakalım. Yaklaşık 1 km. diyor. Yürüyerek yokuş aşağı gidiyoruz, yolda da laflıyoruz hem yılların birikmişi var. Unutmadan bankadan nakit çekeyim biraz. Mekana varıyoruz. Limonatasını öneriyor sosyal paylaşım, deneyelim. Bizimkinin arkadaşları çok kafa dengi çıktı. Arkadaşın tanıştırdığı bir hanımefendi ile sohbet esnasında Sliding Doors filmine bir gönderme yapıyorum. Seyretmemiş. Hemen IMDB’den buluyor ve kendisi ile Facebook adresinden paylaşıyorum. Konusu çok ilgisini çekti, evine gidince iTunes’dan edinip seyredeceğini söylüyor. Umarım beğenir; benim çok sevdiğim bir filmdir.
.........
Oğlumla yeni akıllı televizyonumuzda XBox oynarken gördüm mesajı. Facebook’tan yazmış; filmin çok hoşuna gittiğini söylüyor. Önerebileceğim başka film var mıymış? Var tabi, Salmon Fishing In Yemen olabilir mesela, çok az insan bilir ama bence çok güzeldir. Peki, İstanbul’a geldiğim başka bir sefer birlikte bir yemek yiyelim ve bu film konularını konuşalım. Ben de isterim. Gerçi, Cimbom’luymuş, Instagram’da fotoğraflarından gördüm, ama maç tartışmaya gitmeyeceğiz, konumuz film, idare ederiz.
.........
Bir hafta sonra, Ankara. Yola çıkmak üzereyim. Arabamdaki ekran tahmini varış saatimi 20:00 olarak veriyor İstanbul için. Ben 20:30 diyeyim de, trafik vb. olur. HGS kredimi yükledim. USB belleği de taktım, yol boyunca şeytan müziklerimi dinleye dinleye gideceğim randevuma. Gideceğimiz yerin ciğeri meşhurmuş, umarım soğan yeme konusunda sorunu yoktur. Neyse, göreceğiz, şu an öğrenemediğim tek şey bu gibi.
.........
Hiçbiri için bir kişisel bilgisayar kullanmadan bunca dijital işlem. PC sonrası dönemi seviyorum.




Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 3. sayısında yayınlanmıştır.

Post PC derken... (Post PC #02, Temmuz 2013)

Çeviri hatalarının gırla gittiği bu günlerde “Post PC” ile neyi kast ettiğimizi paylaşmakta fayda görüyorum. Hem de gelecek sayılarda karşınıza neler ile çıkacağımız konusunda bir fikir verir.

Kuşkusuz bilişim kavramının bu kadar geniş bir tabana yayılmasındaki temel unsurdur PC. Baş harflerini aldığı Personal Computer, yani kişisel bilgisayar özelliği ile bilişim ile yapılabilen hizmetleri kurumsal yapılardan bireylerin emrine sunmakta baş rolü oynamıştır. Ancak artık onun da krallığının son günleri yaşanıyor.

Köken olarak Post PC Era, (çevirecek olursak PC Sonrası Dönem) Apple’a ait bir pazarlama sloganıdır. PC satışlarındaki düşüşleri ve yerlerini akıllı telefon ve tablet benzeri cihazların alışını vurgulamak için düşünülmüştür. Aslında Apple’ın kendi ürettiği cihazlar üzerine odakladığı bu kavramı daha geniş açıdan görme zamanı geldiğini iddia ediyorum ben.

PC denen aletin en önemli avantajı bu cihaz ile her şeyi yapabiliyor olmanızdır. Yazı da yazabilirsiniz, film de seyredebilirsiniz, oyun da oynayabilirsiniz, say say bitmez. Ama aynı zamanda çok da büyük dezavantajıdır aynı şey. Oyunu kuruma iş için koyduğunuz PC’de de, CNC tezgahta da, tıbbi ölçüm yaptığınız cihazda da oynayabilirsiniz ki, çok da istenen bir durum değildir.

Bilişim teknolojilerinin yaygınlaşarak ucuzlaması çok amaçlı kullanıma uygun PC’lerin yerlerini amaca odaklanmış bilişim cihazlarına bırakması ile neticeleniyor. Bu konunun göze batan ilk örneği iPod. Adına portatif müzik çalar deseniz de aslında müzik için özel geliştirilmiş bir bilgisayar kendisi. Akıllı televizyonlar, web arayüzü ile yönetilebilen klimalar, oyun konsolları, ağ tabanlı yazıcılar, medya oynatıcılar... Hepsi amaca yönelik bilişim cihazları.

Kurumsal yapılarda zero-client’lar, digital signage cihazlar, turnike sistemleri... Ses ve video görüşmesi için özel geliştirilmiş IP telefonlar için de benzer mantık söz konusu. Eh, atlamayalım, tablet ve akıllı telefonlar da bu işin bir parçası.

21. yüzyılın bilişim portföyünü yukarıda saydığımız ve muhtemelen bugün aklımıza bile gelmeyen bir sürü garip IP tabanlı özelleştirilmiş alet oluşturacak. Zaten IPv6 denen mevzunun temelinde de bu derece yüksek sayıda cihazı birbirine bağlamak yer alıyor.

Post PC cihazların neler olacağı tabi ki kullanıcılardan gelen taleplerle ve üreticilerin icat edecekleri cin fikirlerle yönlenecek. Ancak görünen o ki, Post PC cihazların satışı çoktan PC’leri geçti. Bu cihazlar ile nasıl yaşayacağımız çoğumuz için bir merak konusu. Birlikte görmek dileği ile.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 2. sayısında yayınlanmıştır.

Hırsızın Da Biraz Suçu Var (Post PC #01, Haziran 2013)

Günümüzde en değerli varlık bilgi. Hali ile siber suçlu dediğimiz insanlar bizlerin ve çalıştığımız kurumların bilgilerini ele geçirmek için seferber olmuş durumdalar. Bu suçluların hedef aldıkları alanlardan bir tanesi de mobil cihazlarımız; bu cihazların üzerinde bulunan ya da bu cihazlar vasıtası ile erişebilecekleri veriler ilgilerini çekiyor. Mobil cihaz güvenliği ile ilgili yapılan araştırmaların neticeleri ise akla bir Nasreddin Hoca fıkrasını getiriyor.

İster mobil, isterse başka bir cihaz olsun, siber suçlulara karşı güvenlik sağlamak öncelikle cihazınızın bir güvenlik sorunu olduğunun farkına varmakla başlıyor. Mobil cihazlarda bu oran çok düşük; dünyada kullanılan mobil cihazların ancak %12’sinde mobil cihaz güvenlik ürünleri kullanıldığı tahmin ediliyor. Cihazlarımıza bu tarz bir yazılım yüklemeyerek mobil cihaz güvenliği konusunda ilk hatamızı yapmış oluyoruz.

Ucuz ya da bedava yazılım kullanmak adına mobil cihazlarımızın işletim sistemlerini “kırmak” da çok sık yapılan bir hata. Bugün iOS kullanan cihazların %30’dan fazlası Jailbroken durumda. Android tarafında ise root uygulanmış cihaz sayısı çok daha yüksek. Yasal olmayan uygulama dağıtım kanalları ve potansiyel olarak kasıtlı açıklar barındıran işletim sistemleri, siber saldırganlarımızın ekmeğine yağ sürüyor. 2013 sonunda dünya üzerinde yaklaşık 1 milyon zararlı Android uygulaması bulunacağı tahmin ediliyor.

Yüklenilen uygulamanın ne yaptığını sorgulamamak da yine kullanıcı tarafından yapılan en büyük hatalar arasında. İndirilen uygulamaya bir an önce başlamak adına ekrana gelen her mesaja olumlu yanıt vermek adetten. Yapılan deneylerden bir tanesinde, “bu program sizin cihazınıza size sormadan uygulamalar indirip çalıştıracaktır, onaylıyor musunuz?” sorusuna “olur” cevabı verenlerin sayısı daha “olmaz” diyenlerden daha yüksek.

Bu başlıkları okuyunca da aslında şu sonuca varmak mümkün: Mobil cihazlarınıza zararlı yazılımların bulaşmasının en temel nedeni aslında bizzat sizsiniz.

Her 3.5 saniyede Android işletim sistemini hedef alan yeni bir zararlı üretiliyor. Buna Java, HTML gibi ortak platformları hedef alan zararlıları da eklediğinizde ortaya çıkan resmin pek de iç açıcı olmadığını siz de fark edeceksiniz.

İlk başta da belirttiğim gibi, zaten en önemlisi bu farkındalığı yaratmak. Bu yazıda bahsedilen hataları yapmayıp, mobil cihazınıza güvenilir bir üreticiye ait mobil güvenlik yazılımı yüklediğinizde, siz de üzerinize düşeni yapmış olmanın rahatlığı ile “Hırsızın hiç mi suçu yok?” diyebilirsiniz.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 1. sayısında yayınlanmıştır.

Ortak Bilinç (Dört Köşe #14, Ekim 2013)

Asya kökenli eski inanışların bazılarına göre insanoğlunun altın dönemi olarak adlandırılan bir dönem vardır. Pek çok mucizevi olayın yanında en önemli konu bütün insanların büyük bir uyum içerisinde yaşamasıdır. Çünkü insanlar birbirlerinin düşüncelerini okuyabilmektedirler. Bu sayede “yalan” ya da “sır” diye bir şey olamamakta, tüm insanlar ortak bir bilinçle hareket etmektedirler. Sonra birisi önce kelimeleri, sonra yazıyı icat eder. İnsanlar birbirinden sır saklamaya başlar, ortak bilinç yıkılır, şu anda yaşadığımız çağ başlar.

Tabi ki bu sadece bir batıl inanıştan ibaret. Ama sanki insanoğlu gerçekten bu yapıyı arıyor gibi. 21. yüzyıl bilişim teknolojilerinin bizi içine soktuğu eğilim bu yönde en azından.

İşin önce iletişim tarafına bir bakın. Günümüz insanı öyle bir iletişim güdüsü içinde ki, her an her saniye ya bir şeyler iletmek ya da kendisi ile paylaşılan bir bilgiyi almakla uğraşıyor. Akıllı telefona sahip bir yetişkin ortalama olarak 4 dakikada bir telefonunu yeni bir e-posta, mesaj ya da sosyal medya güncellemesi var mı diye kontrol ediyor. Otomobil kullanırken cep telefonuyla konuşmanın güvenlik nedeni ile yasak olduğu bir gerçek. Yine de direksiyon başındayken bile SMS yazan, tweet atan, iyi ihtimalle bunları sadece okuyan bir topluluk haline geldik. Normalde sokakta birisi sorsa “sana ne?” diyeceğimiz bir sürü şeyi kendi isteğimiz ile Facebook’ta yayınlıyoruz. Aynı anda tek iletişim de yetmiyor. Telefonda konuşurken bilgisayarımızdaki mesajlaşma programından da başka birisi ile muhabbet ediyoruz. Mesaj yazmaktan yeni neslin başparmağı daha işlevsel hale geldi; zile başparmakları ile basıyorlar mesela.

Nasıl oldu da bu noktaya geldik; bu teknolojiden çok toplum bilimlerini ilgilendiren bir konu. Ama teknolojinin toplumu taşıdığı nokta bireylerin artık hemen her bilgiye her yerden ulaşabileceği bir çizgide ilerliyor. Hala bazı şeyleri kendimize özel tutmakla birlikte toplum olarak daha çok bilgi vermek ve daha çok bilgi aktarmak eğilimindeyiz. Bu eğilimin bizi sonsuzda getireceği teorik nokta hiçbir sırrın olmadığı, herkesin her şeyi birbirine iletebildiği bir dünya.

Peki, onca iletilen bilgiler ne oluyor? Buna da büyük veri adını taktık. Akla gelebilecek her kaynaktan iletilen bilgileri veri ambarlarında topluyoruz. Bunlar üzerinde veri madenciliği, iş zekası ve karar destek sistemleri çalıştırarak edindiğimiz her veri parçasından bize bir sonuç çıkartmak amacı ile kullanılıyor. Bilişimle alakalı, alakasız pek çok firma ürün ve hizmetlerinin gücünü vurgulamak adına “küresel bilgi sistemleri” ile övünmeye başladılar.

Sunulan hizmet ve ürünler insanlık tarihinde ilk defa (tabi başta anlattığımız hikaye gerçek değilse) zaten talep edenlerin beğeneceği bilinen şekliyle arz edilmeye başlandı. Talep sahipleri zaten yukarıda yazdığımız iletişim yöntemleri ile ne istediklerini iletmişlerdi çünkü.

Yine olabilecek en uç noktada her bireyin, insanlık tarihi boyunca tüm bireyler tarafından toplanan bilgiler ve bu bilgiler kullanılarak oluşturulan kararların bir parçası olacağı bir ideal dünyaya gittiğimizi söyleyebiliriz.

Bu resimde bahsettiğimiz düşler dünyasına bir gün erişir mi insanoğlu? Bu sorunun cevabını vermek elbette bizlere düşmez. Ama yine de bilişim teknolojileri ile bu hayale doğru yol almaya çalışan bilişim camiasının bir parçası olmak çok güzel bir ayrıcalık.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 134. sayısında yayınlanmıştır.

Uç Nokta Bulutlaştırma Mı Desek Artık? (Dört Köşe #13, Eylül 2013)

Uzun zamandır bilişim camiamızı oldukça meşgul eden sanallaştırma konusunun en sonlarda konuşulmaya başlayan türevlerinden birisi Masaüstü Sanallaştırma oldu. Masaüstü sanallaştırmanın sunucu, depolama sanallaştırma gibi teknolojilerden daha geç plana bırakılmasının çeşitli sebepleri var. Bence bunlardan en öne çıkanı da masaüstü sanallaştırmanın çok sayıda cihazı ve haliyle bunların kullanıcılarını ilgilendiriyor olması. Veri merkezinde yapılan çalışmalar da tüm kullanıcıları etkiliyor muhakkak da yine de bir miktar mahremiyet söz konusu. Oysa masaüstü sanallaştırmada bizzat kullanıcıların ellediği ve baktığı şeyleri kurcalıyorsunuz.

Aslında güzel teknoloji masaüstü sanallaştırma. Kurumsal bilişim kavramına da daha uygun. Alıştığımız düzende kişisel bilgisayarlarla kurumsal bilişim yapıları kurmaya kalkışıyorsunuz ki, zaten cümle içinde birbiri ile çelişen iki kelimeyi içererek edebiyatçıların oksimoron dedikleri ifade biçimi oluşuyor. Kullanıcıların önüne tam teşekküllü donanımı koyup sonra da USB’sini, DVD’sini kullanamayacakları hale sokmak için türlü taklalar atıyoruz.

Masaüstü sanallaştırmada kullanıcının önünde çalışan işlemcileri, bellekleri ve depolama birimlerini alıyorsunuz. Bunun yerine veri merkezinde bulunan paylaşımlı kaynak havuzlarında bulunan kaynakların ekran görüntülerini masalara taşıyorsunuz. Kaynak kullanımı konusunda büyük tasarruf sağlıyor. Donanım ve yazılım bedellerinde, enerji kullanımında da bir miktar avantaj sağlamakla beraber asıl fark yönetim ve operasyon maliyetlerinde sağlanıyor.

İş yalnız donanım kaynaklarında kalsa konu burada kapanacak aslında ama işin bir de işletim ortamı kısmı var. Beni de düşündüren orası zaten.

O sanallaştırdığınız sistemlerde, sanallaştırmadan önce de kullandığınız bir masaüstü işletim sistemi kullanıyorsunuz. İster Windows, ister OS X ister bir Linux türevi kullanın, sonuçta bu işletim sistemi de kişisel kullanım amaçlı bir işletim sisteminden türeme. E hal öyle olunca, masaüstü sanallaştırma ile dosya ve veri yönetimi ile ilgili sorunlarınızı çözmüyor, sadece bunların bulundukları fiziksel sistemlerin yerini değiştirmiş ve sanallaştırmış oluyorsunuz.

Başka bir konu da Windows 8’in ortaya çıkması ile iyice göze batar hale geldi. Artık kişisel bilgisayarlarda bile masaüstü diye bir şey yok. Gidişat tabletlerde popüler olan simgelerin egemen olduğu bir görünüm.

Kurumsal uygulama çalıştıracak olduğunuzda da gidip W3 uyumlu gezgini açıp kurum portalına giriyorsunuz; derlenip de sizin bilgisayarınızda çalışan bir uygulama kalmadı ki onu masaüstünüze yükleyesiniz.

Zaten artık kişisel bilgisayarlar bilişim kullanıcılarının tek alternatifi değil. Tablet, telefon, akıllı TV gibi PC sonrası dönem cihazlar kullanıcıların sistemlere eriştiği uç nokta cihazlar olarak ağır basmaya başladılar.

Mobil cihazlarda başlayan bir dalga ile de dosya sistemlerinin yerini veritabanı kökenli depolama sistemleri aldı. “C:\Kullanıcılar\Murat\Belgelerim” diye bir klasör mantığını sizin ezberlemeniz yerine kullandığınız cihaz dokümanlarınızı sizin adınıza etiketler kullanarak buluyor.

İlave olarak güncel verinize her yerden ve her cihazdan eş zamanlı erişebilmeniz için Dropbox, SafeSync gibi internet üzerinden servis veren kanallar ortaya çıktı. Uç noktada ne kullanırsanız kullanın bu servisler de artık güncel bilişim kullanıcısının bir ihtiyacı haline geldi.

Bütün bu noktalardan bakınca, masaüstü sanallaştırmadan bir nesil daha üst bir kavram üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Uygulama simgelerinin ve arayüzlerinin her platform için aynı olduğu, veri merkezi kaynaklarında çalışan uygulamaların XML tabanlı olarak uç noktalarla bulut bilişim teknolojileri kullanarak iletişim kurduğu, verilerin kurumsal kaynaklarda bulut bilişim yöntemleri ile saklanarak her cihazdan erişilebildiği bir yapı bizi bekliyor.

Buna Uç Nokta Bulutlaştırma diye bir isim buldum. Bakarsınız beğenilir.

Ha, bilişim bağnazı kesim için tabletler üzerine masaüstü sanallaştırma istemcisi kurup Android üzerinde Windows 7 çalışıyormuş gibi göstermek de mümkün tabi. O da bir tercih.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 133. sayısında yayınlanmıştır.

Nereden, Nereye? - Bölüm 4: Can Sıkmaktan Paraları Çarpmaya (Dört Köşe #12, Ağustos 2013)

Virüs denen meretle tanışmamız 1980’li yılların sonlarına denk gelir. Ekranda bir noktayı pinpon topu gibi dolaştıran Ping-pong, DOS ekranındaki karakterleri aşağı döken Cascade, Vienna, AIDS, vb. bir sürü varyetesi ile epeyce canımızı sıkmıştır o zamanlar. Dosyalara bulaşır, yok boot sector’ü bozar, işin yoksa temizle dur.

Yıllar içinde başlı başına bir endüstri haline geldi bu virüs işi. Virüs kavramı yerini zararlı yazılım kavramına terk etti; zararlı yazılım dediğinizde virüs, solucan, Truva atı vb. bilgisayarınıza zarar verebilecek pek çok çalıştırılabilir kodu içeren bir kavramdan bahsediyor oluyorsunuz.

Adına her ne derseniz deyin, bu zararlı yazılımlar bilgisayar sistemlerine zarar vermekten öteye gidemiyordu. Sizin canınız sıkılıyor, işiniz aksadığı ya da veri kaybettiğiniz için maddi zarara da uğruyordunuz ama... Virüsü yazanın bundan maddi bir çıkarı olmuyordu. Yarattığı yaygaranın kendisine getirdiği şan ve şöhret vardı; o şan ve şöhretle büyük firmalara kapağı atanlar da oldu ama o kadar.

Aradan geçen 25 yıl zararlı kod üreten insanların varlığını değiştirmese de bu kişilerin profilini oldukça değiştirdi. Bugün zararlı bir yazılım üreten çoğu siber saldırganın temel amacı yarattığı kod üzerinden doğrudan para kazanmak. Bunu yapabilmek için de eserlerini eskiden yaptıkları gibi olabildiğince yaymak yerine tam tersi bir strateji güdüyorlar. Ürettikleri kod ne kadar bilinmez kalırsa o kadar daha iyi.

İki farklı para kazanma stratejisi söz konusu. Ve ne gariptir ki fiziksel hırsızlık teknikleri ile büyük benzerlikler gösteriyor.

İlki çok kişiden küçük meblağlar yürütmek üzerine kurulu. Yankesicilik bir nevi. Saldırgan burada sürümden kazanıyor ama elde edebildiği kazanç hiç de yabana atılabilecek bir meblağ değil. Bu konuda da mobil cihazlar ve sosyal medya çok rağbet gören saldırı alanları. Bedavaya indirilen uygulamalar mobil cihazlar üzerinden ücretli SMS’ler atarak, aramalar yaparak geniş kitlelerden ufak meblağları saldırganın erişebileceği kaynaklara iletebiliyorlar. Yıl sonuna kadar 1 milyonun üzerinde vadettiği işi yapmak yerine mobil cihazı siber saldırganların kontrolüne verecek yazılım oluşacağı tahmin ediliyor.

Bir diğer strateji ise tek hamlede voliyi vurmak. Müze hırsızlığı deyin buna da. Amaç çoğu zaman kurumsal bir sisteme yerleşerek olabildiğince uzun süre bu sisteme erişim hakkını elinde tutmak. Bu sayede kurum içi para edecek sayısal bilgileri rakip kurum, ülke vb. alıcılara pazarlamak yoluyla milyonlarca dolar kazanmak mümkün. Apple’ın ya da Samsung’un bir sonraki cep telefonu tasarımını ele geçirdiğinizi düşünsenize? Ya da bir bankanın, bir kamu kurumunun veritabanı yöneticisi haklarını?

Saldırganların stratejilerinin değişmesi ile birlikte savunma bacağında da yeni stratejilere ihtiyaç duyuluyor. Daha önce bilinen zararlı yazılım imzalarını eşleştirme ile yapılan yöntemler tek başına yetersiz kalıyor. Artık bilinmeyen, ama sisteminize girdiğinde sağı solu kurcalayan, bir yerlere bir şeyler kopyalamaya çalışan kod parçacıkları aramanız lazım. Kapılarınızı kilitlemeniz yeterli değil; evin içine bir de kamera sistemi kurmanızda fayda var.

Bilgi ve bilişim güvenliği endüstrisi ürün ve çözümlerini bu alana doğru konumlandırdılar çoktan. Ama pek çok başka alanda da olduğu üzere burada da konu donanım ve yazılımlardan çok bunları yöneten kişilerde ve bu konuyla ilgili verilecek uzman danışmanlık hizmetlerinde sonuçlanıyor. Sonuçta saldıran bilişimi kullansa da insan. O yüzden bu konuda biriken deneyimler ile silahlandırılmış savunma odaklı birimlerin oluşturulması gerekiyor.

Tabi dövüş sporlarında olduğu gibi, savunma tekniklerini öğrenirken saldırmayı da öğreniyorsunuz. Artık, “en iyi savunma saldırıdır” deyip siz de birilerinin sistemine dalar mısınız; orası size kalmış. Günün sonunda bir zamanların virüs kurbanı olmaktan, bir siber suç üstadına dönmüş bulabilirsiniz kendinizi.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 132. sayısında yayınlanmıştır.

Nereden, Nereye? - Bölüm 3: Bina İçinden Dünyanın Dört Bir Yanına (Dört Köşe #11, Temmuz 2013)

10 Mbps rakamı benim gözümde bilişim mimarilerinin değişimi konusunda kilit rol oynayan bir eşik değeridir. Ethernet ilk tanımlandığı zamanki standart hız 10 Mbps’dir. Daha sonra bunun Fast’i, Giga’sı vb.si çıkmakla beraber 1990’larda bina içi ağ erişiminde ulaşabildiğimiz en üst rakam olarak yer edinmiştir.

Bahsettiğimiz yılların bilişiminde kullanılan yazılım mimarisine baktığınızda da istemci-sunucu (client-server) yapıların gündemde olduğunu görürsünüz. Henüz çok katmanlı yapıların gündeme gelmediği bu mimaride, bilişim hizmetinin temel veri kaynağı sunucu olmakla beraber işlemci gücünün önemli bir kısmı istemci üzerine bırakılmaktaydı. Biraz detaya gireceğim müsaadenizle; istemci bir SQL sorgusu ile sunucudan veriyi çekip, kendi üzerinde bu veri ile ilgili gerekli işlemleri yapmakta ve işlediği veriyi ethernet üzerinden sunucuya yazarak işlemi tamamlamaktaydı.

Bu işi sunucu ile aynı binadaysanız yapmak mümkündü de, kbps’ler ile ölçülen geniş alan ağlarında yemiyordu sunucudan veriyi istemciye kadar çekmek. Yine de kurumunuzun taşra teşkilatından da benzer çalışma mantığı sağlamak gerekiyordu. Yerel olarak kurulan istemci-sunucu mimarilerinin gece birbirleri ile senkronize edilmesi günü kurtaran gibi pek çok çözüm üretildi. Yine de veri tutarlılığı gibi konular zaman zaman sorun olarak ortaya çıkıyordu.

İmdada çok katmanlı mimari yetişti. Java, .net gibi destekçileri ile HTML tabanlı kurumsal uygulamalar, veritabanı sunucularının hemen yanında duran uygulama sunucusu katmanında çalışmaya başladı. Çok katmanlı mimarinin 2 önemli getirisi oldu bilişime. Öncelikle tüm verilerin tek merkezde toplanmasını sağladı ki, veritabanı yönetmekle yükümlü insanlar için bulunmaz bir nimettir. İkincisi de uzak alan ağ bağlantıları üzerinden sadece HTML tabanlı veri alış verişi ile uygulama çalıştırmaya olanak sağladı; bu da düşük ve kalitesiz uzak alan ağ bağlantılarında bile neredeyse sorunsuz yürüyebilen bir mekanizmaydı. Hatta ilaveten, istemcisi kurumsal ağda bulunmayan kullanıcılar bile internet denilen icat sayesine bu uygulamalara erişebiliyorlardı.

Çok katmanlı mimarinin nimetleri saymakla bitmez de, işin basit bir tarayıcı üzerinden yapılması aslında istemciler üzerinden işlemci yükünü alıp istemcilerin işlemcilerini neredeyse atıl konuma düşürdü. Grafik tasarım, oyun, istatistiki analiz vb. işinde değilseniz, makinenizin işlemcisini %3-4’ten fazla yormanız çok zor. Zaten bu yüzden ince istemci, zero-diet client türü konuların popülaritesi arttı.

Geri dönelim 10 Mbps hikayesine. Aradan geçen 20 yılda sadece yerel alan ağ hızları değildi tabi artan. Artık geniş alan ağ bağlantıları için de 10 Mbps hızı harcıalem bir rakam. Evlerde kullanılan ADSL’ler 8 Mbps, Metro-Ethernet kurumlar için sıradan bağlantılar. Kurumsal yapıları bırakın evler için bir 1 Gbps hizmetler var.

Rakamsal gelişmelerin güzelliğini bir kenara bırakırsak, bilişim perspektifi ile de bir güzellik getirmiş durumda bu hızlar. Artık evinizden, internetteki (yani dünyanın herhangi bir yerindeki) bir sunucu kaynağına, bir zamanlar aynı binadan ulaştığınız hızlarda ulaşabiliyorsunuz.

Hal böyle olunca, bilişimimizde de yeni şekiller ortaya çıkıyor. Dosya sunucusunun alternatifi bulut depolama oluyor. Özellikle mobil cihazlar üzerinde uygulamalar işlemciler üzerinde çalışıp verilerini ya da sorgularını internet üzerinden yapan bir mimariye döndü. Her ne kadar çok katmanlı ve XML tabanlı yazılım teknolojileri kullanılsa da, istemci-sunucu mimarisine benzer bir yapı çıktı tekrar ortaya.

Her işe yarayan bilgisayarlarda yapılan bilişim doyuma uğradı zaten. Asıl artış amaca yönelik bilişim cihazları kullanımı yönünde. Bu cihazlar da yaptıkları işi kendi kaynakları ile çözüp veriyi internet üzerinden alıyorlar.

Artan bant genişlikleri ile de bu konuda sıkıntı yaşanmıyor; bugünün bulut veri merkezi geçmişin yan odasından daha yakına geldi bir anlamda.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 131. sayısında yayınlanmıştır.

Nereden, Nereye? - Bölüm 2: Ceplerden Buluta (Dört Köşe #10, Haziran 2013)

Eminim yazının başlığındaki cep ifadesinin cep telefonuna bir gönderme olduğunu düşünenler de vardır ama benim kast ettiğim bayağı, bildiğiniz cep; hani ceketlerde, paltolarda olan. Tüm verilerin disketlerde saklandığı zamanlarda kullandığınız giysilerin 5.25"lik disketleri alabilecek büyüklükte cepleri olması tercih sebebi olabiliyordu doğrusu. 3.5"lik disketlerin çıkması ile klasik ceket cebi ve hatta kısa süreli taşımalar için pantolon cepleri bile kullanılabilir oldu veri taşıma amaçlı. “Neden taşıyıp duruyorsun disketleri kardeşim?” diye soracak olursanız... E, bir dosya üzerinde hem evde, hem de okulda çalışmak istiyorsanız, başka alternatifiniz yoktu.

Disket, CD, taşınabilir disk, USB bellek, adı ne olursa olsun, farklı mekanlarda ve farklı cihazlarda aynı veri ile çalışabilmek adına hep bir şeyler taşıdık yanımızda. Bu sefer de güncel sürüm tutmak bir problem olarak çıktı karşımıza. En son evde mi düzenlemiştik belgeyi, USB’deki miydi yoksa? Hele bir de bir yerde unuttuysak, eyvah, gitti bizim dosyalar, umarım yanlış ellere düşmezler.

Her derde deva olan çağın icadı internet bu konuda da yardımımıza koştu çok şükür. Bant genişliklerinin ve erişim imkanlarının artması ile verilerimizi internet üzerinde saklayıp, erişim olan her yerden en güncel sürüme ulaşmamız fikri aslında çok da yeni değil.

Rapidshare gibi sadece tarayıcı destekli servislerle tanışıklığımız 2000’li yılların başlarına gidiyor. Bu tür servislerin temel felsefesi dosyaları taşımak yerine bir web sitesine yüklemek. Böylece gerek siz, gerekse de paylaşımda bulunduğunuz insanlar ilgili verileri kendi bilgisayarlarına indirip üzerinde çalışabiliyorlar.

Ancak, haliyle kullanıcı dostu olmak anahtar bir kavram. Gerek Google, gerekse Microsoft, gene tarayıcı destekli olmakla beraber bu tür bir servisin klasik masaüstü kullanıcısına bir sürücüymüş gibi tanıtılmasındaki fırsatı gördüler. Google Drive ve Skydrive hemen hemen aynı tarihlerde kullanıma sunuldu. Bulutta yer alan sanal sürücülerin yıllardır var olmalarına rağmen, mobil cihazlar ve masaüstü platformları ortak bir çatıda toplaması ile Dropbox yeni bir bakış açısı getirdi konuya. Ve kavramın adı bulutta depolama olarak yeniden pazarlandı.

Tabi, ufak birkaç soru hemen aklımıza geliyor.

Mesela bulutta sakladığımız veriler gerçekte nerede? “Bulut sağlayıcının veri merkezinde” biraz yuvarlak bir cevap; dünyanın herhangi bir yerinde olabilir anlamında aslında.

Bulut depolamadaki verilerimiz güvende mi? Eh, evimizden güvenli sayılır; SafeSync (eski adı Humyo) veri merkezini eskiden Bank of England’a ait bir altın külçesi kasasında konumlandırmış durumda mesela.

Fiziksel güvenlik tamam da, ya bilgi güvenliği; ne malum bu kanaldan bize zararlı yazılımların bulaşmayacağı? Bulut depolama sağlayıcılarının bu konuda sizden daha paranoyak davranacağına emin olabilirsiniz; bir bulaşma olursa on binlerce kullanıcı etkilenir. Bu sağlayıcıların bazıları zaten F-Secure, TrendMicro gibi güvenlik yazılım firmalarına ait.

Daha soru-cevap uzayabilir aslında ama emin olun, bulut depolama sağlayıcılarının her soruya verecek bir cevabı olacaktır. Bu noktada arkanıza yaslanmanızı ve bulut depolama hizmetlerinin keyfini çıkartmanızı öneriyorum. Şahsen bir yılı aşkın bir süredir tüm dokümanlarımı Google Drive, Skydrive ve SafeSync üzerinde tutuyorum. Tabi bulutun da bulutu var. Benim gibi çoklu bulut depolama sağlayıcısı kullanıyorsanız Storage Made Easy ile tamamına tek bir arayüzden de erişebiliyorsunuz. İyi akıl.

Bir başka eğilim de kurumsal bulut depolama teknolojileri. Verinizin nerede tutulduğu ile endişeleriniz var ve verilerinizi illa ki elinizin altında bir depolama ünitesinde tutmak istiyorsanız, özel bulut depolama çözümleri ile çözümler üretebilirsiniz.

İster sabit, ister mobil cihazdan; ister web tarayıcıdan, varsa kendi uygulamasından her dokümanım nereye gitsem elimin altında; böyle rahatlık görmedim. Üstüne üstlük bir dosyayı paylaşmam gerektiği zaman gerekli paylaşım iznini verip dosyanın linkini e-posta atabiliyorum. Kurumsal çözümlerde grup çalışma dizinleri, cihaza ve dosyaya özel yükleme politikaları tanımlamak da mümkün olabiliyor.

Anlayacağınız, eskiden cebimde taşıdığım dosyalar buluta gitti. Cebe ihtiyaç kalmadı. Belki de bu yüzden, artık cepsiz, İtalyan stil gömlekler moda.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 130. sayısında yayınlanmıştır.

Nereden, Nereye? - Bölüm 1: Diskten Belleğe (Dört Köşe #09, Mayıs 2013)

Daha önceki bir yazımda da başka dille ifade etmiştim gerçi, bir kez daha da tekrarlamakta zarar yok. Bilişim dediğimiz iş sonuçta bir işlemcide yapılıyor. Onun dışında kalan bütün konu, işlemcinin işleyeceği bilginin depolandığı yerler ve bu verilerin söz konusu yerler arasındaki yolculuğu. Zaten ölçü biriminden de belli; önbellek, bellek, disk, teyp, CD, DVD gibi bilişim bileşenlerinin hepsi byte’ın katları ile ölçülüyorlar. Tabi artık kilobyte, megabyte bile hafif kalan katlar. Bilişim dünyasından da altı sıfır atsanız ve bir megabyte’a bir yenibayt deseniz fena olmayacak aslında. Yine de sunumlarda filan, özellikle büyük veri gibi konulara girince çoğu insanın henüz duymadığı exabyte, zettabyte gibi kelimeleri kullanmak havalı oluyor. O yüzden pek böyle bir şeye yanaşılmıyor sanırım.

Bir bilgisayar sisteminde, verinin depolandığı bu birimleri ikiye ayırmanın bir yolu da üzerlerinde verileri geçici mi, kalıcı mı olarak tuttukları bakışı. Kast ettiğim, elektriği kestiğinizde alette veri duruyor mu, yoksa gidiyor mu? Yukarıdaki paragrafta saydıklarımdan önbellek ve bellek güç beslemesi kapatıldığında veri saklayamayan depolama noktaları. Kalanların hepsi, siz bir şekilde silmediğiniz sürece üzerlerindeki veriyi koruyabiliyorlar.
Bu ayırıma dikkat çekmekteki amacım, bu depolama birimlerindeki hacimsel değişikliklerin ister tablet bilgisayar, ister sunucu sistemi olsun bilişim mantığını nasıl değişikliğe uğrattığına dikkat çekmek.

Önce bilgisayarın kendisinden başlayalım. Kişisel bilgisayarın ilk çıktığı zamanlarda bir metin dosyasının tamamını bile bellekte tutamadığınız için işletim sistemleri dosyanın yalnızca o an görüntülediğiniz kısmını belleğe alıp, siz sayfa değiştirdikçe gacır-gucur disketten okurdu yeni kısmı. Bugün bir mobil işlemcinin önbelleği bile bahsettiğimiz zamanın sistem belleğinin 40 katı. Her ne kadar o zamanın metin dosyası ile şimdiki arasında da nitelik farkı olsa da, bugün çoğu metin dosyanızı işlemci önbelleği üzerinden düzenlemeniz mümkün.

Vurgulamak istediğim nokta, kelime işlem uygulamasında disk birimlerinin uygulamanın çalışması için elzem bir bileşenken artık söz konusu uygulamanın umurunda bile olmayan bir bileşen haline gelmiş olması. Bu örneği oyun programlarından tutun da, veri madenciliği uygulamasına varıncaya kadar pek çok farklı uygulama için benzeştirebilirsiniz. Elektriği kesmediğiniz sürece, hard diskin lambasını bile yakmadan pek çok uygulamayı belleğinizden çalıştırmanız mümkün aslında.
Bu konudaki bir başka trend de belleğin disk olarak kullanılması oldu. Bugün SSD dediğimiz disk teknolojisi, ana bellekte kullanılanlardan biraz daha yavaş olan bellek birimlerini işletim bilgisayarlar ve onlar aracılığı ile işletim sistemlerine disk diye yutturmaktan ibaret temel olarak.

Bellek hız ve kapasitelerindeki bu gelişme disklerin kullanımını da farklı bir yere itiyor haliyle. Önceleri yedek deyince aklımıza teyp gelirken, bugün bütün temel kurumsal üreticiler diske yedek alma teknolojilerine yatırım yapıyor. Elbette bunun bir sebebi disklerin artık yedekleme ortamı olarak kullanılabilecek derecede ucuzlamış olması. Ancak aynı zamanda artık diskler, yukarıda bahsettiğimiz bellek gelişmeleri ile ana bilişim öğesi olmaktan düşüp, ikincil bir depolama olarak kullanılmaya doğru itiliyor. Benzeri konu DVD’ler için de geçerli. Daha önce hard diskimize sığmayan resim, video gibi verilerimizi optik medyalara yedeklerken, artık harici diskleri tercih ediyoruz.

“Nereden, nereye?” derken, hem bilişimde sabit disklerin yerini bellek tabanlı öğelerin aldığını, disklerin de optik medyaların yerine geçtiğini de kast ediyorum. Hem de bilişimin yapılış biçiminin de değiştiğini vurgulamak istiyorum. Son nesil bilişim cihazları olan tabletler ve işletim sistemleri tamamı ile cihaz üzerinde depolama birimi olmadan bilişim sağlayabilecek şekilde tasarlandılar. Yine, kurumsal yapılarda yer alan sunucular üzerindeki uygulamalar da bellek içi bilişim için kendilerini uyarladılar.

Dropbox, SafeSync, Livedrive gibi bulut depolama çözümleri ile, veri saklama anlayışımız biraz daha da değişecek. Önümüzdeki ay da bu konuyu irdeleyeceğim.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 129. sayısında yayınlanmıştır.

Mobil İşletim Sistemleri’nin Görünmeyen Yükselişi (Dört Köşe #08, Nisan 2013)

Tablet bilgisayar ve akıllı cep telefonları kullanımı ile yaygınlaşan mobil işletim sistemleri, aslında tasarlandıklarından çok daha büyük işler peşinde koşuyorlar bu aralar. Gözlerini diktikleri yeni hedef gömülü işletim sistemleri olarak bilinen alan; yani halk tabiri ile içinde “beyin” bulunan cihazlar.

“Bilgisayarlı tomografi”, “yol bilgisayarı” gibi içinde bilgisayar kelimesi geçen cihazlardan tutun da, medya oynatıcı, POS cihazı gibi barındırdığı işlemciyi daha da gizli tutan cihazların hepsi netice itibarı ile birer bilgisayar sistemidir. Yakın geleceğe kadar her biri kendine has işlemciler ve işletim sistemleri barındıran bu cihazlarda da, çoklu hareketin verdiği esneklik ve standardizasyon adına daha popüler işletim sistemleri arayışına geçildi. Bu arayışın altındaki temel unsurlardan bir tanesi elbette işletme maliyetlerinin azaltılması. Sonuçta özel bir işlemci üzerinde çalışan endüstriyel bir işletim sisteminin dilinden anlayan, bu platform için uygulama geliştirecek birisini bulmak için elinizde kandille aramaya çıkmanız lazım. Oysa bu platform bildik bir şey olsa, kime olsa çözdürürsünüz işinizi.

Cihaz tabanlı işletim sistemi konusunda liderliği sessiz sedasız Microsoft götürdü aslında uzun süre. Bugün CNC tezgahı, el terminali gibi pek çok cihaza baktığınızda Windows CE ya da Windows Mobile işletim sisteminin varlığını görürsünüz. IP kamera pazarında da pek çok Windows tabanlı cihaz çalışır durumda. Sonuçta Windows’dan yaygın platform mu bulacaksınız; sokaktan birini çevirseniz iyi kötü bir şekilde anlar dilinden.

Arkasında iddialı bir üretici ve sağlanan çok ciddi bir dokümantasyon olsa da Windows Mobile’ın da kısıtları yok değil. Burada da yine belirli bir işlemci ailesinin ve kaynak kodu elinizde olmayan bir işletim sisteminin limitleri dahilinde oyun oynayabiliyorsunuz. Bu cümlenin takipçisi olarak da haliyle akla Linux geliyor. Ve şimdilerde de Linux hareketinin daha ufak sikletli takipçisi, Android.

Elinizde kaynak kodu olan bir işletim sistemi bulununca, işlemci, platform vb. dertler oldukça azalıyor. Herhangi bir mikroişlemci ve etrafındaki çevre birimleri için Android tabanlı bir işletim ortamı oluşturmanız mümkün. Bunu yapacak personel bulma konusu da çok dertli değil; piyasada bugün oldukça yüksek sayıda Android geliştiricisi bulabiliyorsunuz. Üstüne üstlük, mikro platformlarda performansı arttırmak için Android üzerinde gereksiz sürücü, servis ve kütüphaneleri oluşturduğunuz platforma dahil etmeme lüksünüz var.

Bu sebepten olsa gerek, bugün her bir şeyin Android’lisini bulmanız mümkün. Saat, medya oynatıcı, oyun konsolu, fotoğraf makinesi, masaüstü telefon gibi ev kullanımına yönelik olanlar bir kenara dursun, PoS cihazları, Barkod tarayıcılar gibi endüstriyel cihazlarda da kendine yer buldu Android. Dünyanın önde gelen otomobil üreticilerinden ikisi araç bilgisayarlarında Android kullanma projelerini duyurmuş durumda.

Tabi ki Microsoft da boş durmuyor. Motorola Solutions, Intermec, Honeywell, Ingenico ve Bluebird gibi endüstriyel pazar liderlerinin desteğiyle birlikte Windows Embedded 8 platformunu 2013 başında duyurdu. Android platformunun “topluluk gücü”ne karşı Microsoft’un “kurumsal gücü” yine geliştiricileri alternatifleri değerlendirme noktasına getiriyor.

Hangi çözüm sağlayıcısının neyi seçeceği kendilerinin vereceği ticari bir karar tabi. Ancak şu görülüyor ki, endüstriyel sistemlerde cihaza özel, kapalı mikro kodlar yerlerini mobil işletim sistemlerine bırakıyorlar.

Bu geçiş bir anlamda bilişim camiasının da işine geliyor. Bahsi geçen cihazların hepsi birer IP istemcisi olduğu için bu cihazların yönetimi ve güvenliğinin sağlanmasında kişisel bilgisayar tabanlı cihazlarda kullanılan mekanizmalar devreye girebiliyor. Ancak söz konusu cihazların sayısının artması ve bu cihazlarda kullanılan işletim sistemlerinin de ortak güvenlik açıklarına sahip olması kurumsal bilişimin çözmesi gereken önemli konulardan birisi haline geldi.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 128. sayısında yayınlanmıştır.