29 Aralık 2014

Hatırla

Bir babanın oğlunu nasıl sevdiğini sana anlatsam da anlamayacaksın nasıl olsa şimdi. Hem çok küçüksün. Büyüsen de çok fark etmez, kendimden biliyorum. Ben de ancak senin baban olduğumda anlamaya başlamıştım çünkü. O yüzden senden bir ricam var oğlum. Sen de bir gün baba olduğunda... Seni ne çok sevdiğimi değil, nasıl sevdiğimi...

Hatırla.


09 Aralık 2014

Size Söylüyorum… (Post PC #19, Aralık 2014)

Aslında bu benim bu ayki orijinal yazım değil. Ben çok önceden dergiye göndermiştim yazımı ama dergideki bilgisayarda dosyalar gidince yeniden yazmak durumunda kaldım (yerseniz!).

Dergiye yazılarımı genellikle dergi baskıya girmeden, ayın 20’si civarında gönderiyorum. O yüzden daha ayın 15’i olmadan bir Hardware Plus çalışanı tarafından arandığımda başka bir sıkıntı olduğunu tahmin etmiştim.

Maalesef dergide de bir bilgisayara gelen 285 küsur liralık TTNET faturasına inanılmayarak bi kontrol edilmiş. Ve sonuç, tüm dosyalar şifrelenmiş. E, geçmiş olsun.


Daha önce de benzerleri gelmişti ama bu seferki hakikaten çok takdire şayan. Bir e-posta ile size anormal rakamlı bir TTNET faturası geliyor. Yazım hatası, gramer hatası türü şeyler yok. Hatta Adobe Reader için verdiği link bile doğru, çalışıyor. Ama sonrası biraz da kullanıcı gayreti istiyor açıkçası. Fatura detayı için verilen linke tıkıyorsunuz, açılan web sayfasında captcha adı verilen kod doğrulamasını yapıyorsunuz (bu arada sayfanın TTNET’e ait olmadığı adres çubuğundan anlaşılabilir aslında da, neyse), sonra sonu “exe” olan çalıştırılabilir dosyayı indiriyorsunuz, onu çalıştırıp çıkan kararan ekranda “bu program bilgisayarınıza zarar verebilir” ikazına “he” diyorsunuz… da, o zaman ayvayı yiyorsunuz.



Yazınca uzun ve çetrefilli geliyor sanki ama günlük telaşede hele bir yandan telefonla konuşup öbür yandan kafada bin tane dert arasında bir de böyle mail ile karşılaşınca insan bu yazdıklarımı omurilikten yapıveriyor çoğunlukla.

Antivirüsler ilk çıktıkları anda bulamıyorlar virüsleri maalesef. Virüsün virüs olduğunu anlaması için önce birilerinin başına gelmesi lazım. Bizim Trend Micro’cular 6 saatten az bir sürede güncelleme yayınladılar gerçi ama arada olanlara oldu. Diğer üreticiler de benzer aksiyonları aldılar; yine de güncellemeyi alamayanlar, geç alanlar arada kaynadı.

Hedefli saldırılara karşı güvenlik önlemi alan kurumların cihazları gelen dosyanın tipine değil eylemine baktıkları için daha az etkilendiler bu durumdan.

Olan olduktan sonra bunun bir de verileri kurtarması var. Var da, yolu yok. Dosyalar 256-bit AES dediğimiz bir algoritma ile şifrelenmiş. Yani, şu an dünyada bulunan en baba 50 süper bilgisayarın deneme yanılma metodu ile bu şifreyi kırması 3 x 1051 yılcık sürüyor. Bu, büyük patlamadan bu yana geçen zamanın bile 1042 katı kadar uzun.

Çare... Önce, defalarca söylediğimiz “şu verilerinizin bi yedeğini harici bi diskte tutun” klişesi. Hatta tercihan 2 diskte tutun; birini güncelleyip dolaba bi yere kaldırın, yangın olur su basar, babanızın evine götürün.

İkinci bi çare de daha önce çok yazdığımız bulut tabanlı depolama sistemlerini kullanmanız. Ha, bu tür virüsler bu alanları sürücü mantığında kullandığınızda oradaki verileri de şifreler. Ama kaliteli bulut depolama sistemlerinde sürüm tutma özelliği var (misal bizim SafeSync for Enterprises). Şifrelenen dosyaları eski sürümlerinden geri almak mümkün.

Bütün bu yaşananlardan sonra, geçmiş olsun demek adetten.

Hardware Plus’çılar, size söylüyorum…

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 19. sayısında yayınlanmıştır.

Ne Yapamıyoruz? (Dört Köşe #28, Aralık 2014)

Bugüne kadar paylaştığım yazılarımda bilişim teknolojileri ile nelerin yapılabildiğini, nasıl yapıldığını paylaştım çoğunlukla. Ancak bu ay biraz ters bir yaklaşım ile yapamadığımız bir konudan bahsetmek istiyorum. En azından, sizlerin, kullanıcıların katkısı olmadan yapamadığımız.

Sizleri zararlı yazılımlara karşı koruyamıyoruz. Zararlı yazılımların oluşturduğu zararı gideremiyoruz.

An itibarı ile bilgi güvenliği çözümleri üreten bir firma çalışanı olarak bu satırları yazmam ilginç gelebilir belki. Ancak bizlerden neyi bekleyip neyi beklemeyeceğinizi net ortaya koymak istedim.

12 Kasım 2014 gününden beri ülkemiz insanlarını adresleyen Cryptolocker adlı bir zararlı yazılım ile uğraşıyoruz. Türk kullanıcılarına TTNET faturası kılığında gelen e-postalar içinde bulunan bağlantıları takip ettiğinizde, sabit diskinizde bulunan tüm dokümanları kırılması oldukça zor bir kripto mekanizması ile erişilmez hale getiren ve dosyaları geri almanız için yüklüce bir bedel talep eden bir zararlı yazılım bahsettiğimiz.


Ne yazık ki, gerek bizim, gerekse de diğer güvenlik çözümü sağlayan firmaların ürünlerini kullanan pek çok kullanıcı bu zararlı yazılımdan etkilendi. Etkilenen sistemlerden zararlı yazılımı kaldırmak mümkün oldu sonradan, ancak kriptolanan kullanıcı dosyalarını geri getirmek elde değil.

Pek çok kullanıcımızdan sitem, şikayet dolu çağrılar, e-postalar aldık. “Biz sizin tarafınızdan korunduğumuzu düşünüyorduk” yazmış bir müşterimiz.

Ancak bilgi güvenliği teknolojilerinin de bir takım limitleri var. Bu vesile ile mekanizmanın nasıl işlediğini aktarmak istedim ki, ileride başka mağduriyetler yaşanmasın.

Piyasada ticari olarak kullanılan tüm antivirüs yazılımları, üzerlerinde çalıştıkları bilgisayara gelen ve zarar yaratma potansiyeli olan dosyaları daha önceden zararlı olduğu bilinen dosyalar ile karşılaştırarak tespit ederler. Benzetme yerindeyse, kapıdan girmek isteyen kişilerin tiplerine bakılır. Daha önce eşkali arananlar arasında olan bir kişi görülürse, güvenlik güçleri tarafından kenara çekilir. Tipine birebir de bakılmaz; sakal, gözlük, saç rengi vb. değişikliklerine karşı da uyanıktır bu mekanizmalar. Ancak daha önce herhangi bir şekilde eşkali tanımlanamamışsa ve üzerinde suç aleti de taşımıyorsa geçişine izin verilir. Zaten hukuken de henüz suç işlenmemiştir.

Evet, işte tam bu noktada, bu ölü zaman aralığında hiçbir güvenlik teknolojisi sizi zararlı yazılımlara karşı koruyamaz. Zararlının zararlı olduğunu maalesef sizin üzerinizde öğreniriz. Ha, öğrenir öğrenmez eşkali derhal tüm sınır kapılarına dağıtırız tekrar girmesin ya da başka yerlere geçmesin diye ama… Olan olmuştur.

Bu yazıya sebep olan zararlı ile de ilgili olarak 5-6 saat içerisinde antivirüs çözümlerinin bu virüsü tanınmasını ve sistemlerden kaldırılmasını sağlayan güncellemeler hazırlandı. Ancak kriptolanan dosyaların kurtarılması… O bizlerin alanı değil. Ha, bu zararlı kriptoluyor, komple format da atabilirdi; bir sürü şey yapabilirdi. Tıpkı terör saldırılarında yaralananları güvenlik güçlerinin iyileştiremediği gibi, bilgi güvenliği firmaları olarak buna deva değiliz.

O ölü zaman aralığında, sizin güvenliğinizi sağlayacak tek kişi sizsiniz.

Bilmediğiniz dosyayı çalıştırmayacaksınız. Söz konusu yazılım da o kadar kolay bulaşmıyor aslında. Önce mailin içinden bir linke tıklamanız lazım. Onun açtığı ve TTNET’e ait olmadığı adres çubuğundan anlaşılabilecek web sayfasında captcha adı verilen kod doğrulamasını yapmanız lazım. Doğrulama sonrası sonu “exe” olan çalıştırılabilir dosyayı indirmeniz lazım. İndirdikten sonra çift tıklamanız lazım. Bu esnada kararan ekranda “bu program bilgisayarınıza zarar verebilir” ikazına “he” demeniz lazım. Ancak ondan sonra bulaşıyor.

Kapıyı tanımadığınız adamlara açmayacaksınız. “Kargo geldi” diye kapıyı çalıyorsa adam, “bana ne kargosu geldi ki?” diye sorgulamak lazım. Kargocunun kılık kıyafetine, üniformasına dikkat etmek lazım. Getirdiği paketin nereden geldiğine bakmak, öyle bir paketin size gelmesinin mantıklı olup olmadığını tartmak lazım. Paketi bir inceleyip, paketi açarken dikkat etmek lazım. Ancak ondan sonra bomba patlıyor.

Tüm mağdurlara, geçmişler olsun.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 148. sayısında yayınlanmıştır.

03 Kasım 2014

Deli Gibi Çalışırken (Dört Köşe #26, Ekim 2014)

Hadi bana da “Gavur özentisi” deyin ama batı ülkelerinde gerçekten çok imrendiğim bir kültür var. O da çalışma saatleri. Daha doğrusu, çalışma saatlerine uyma kültürü. Sabah 9:00, akşam 18:00. Sadece devlet dairelerinde değil ama. Manavı, eczanesi, tütün dükkanı ne varsa kapanır 18:00’de. Bazı ülkeler haftanın bir ya da iki günü istisna yaparlar, 20:00’de kapanır dükkanlar. Restaurant’lar filan hariç tabi ama misal, İngilizlerin o meşhur publarının da en babası 22:00 dedi mi kapatır dükkanı. Sabah ta öyle. Hiç unutmam, Stuttgart’ta bir hediyelik eşya dükkanından son gün sabah erken alış veriş yapacağım, oradan uçağa yetişeceğim. 8:45’te dükkanın önündeyim, içeri görüyorum, dükkan sahipleri içeride laklak ediyorlar. Camı tıklattım. Adam saatini gösterdi içeriden. Hani açayım da satayım gitsin; yok. Pazarları açık yer mi? O hiç mümkün değil.

Benim çocukluğumda üç aşağı beş yukarı böyleydi durum ama şimdi böyle olması hayal bile edilemez. Hadi biz özel sektörüz de, eskiden devlet memuru dediğin 17:00’de çıkardı. Nerede, kız kardeşim saat 21:00’den önce gelemiyor oldu evine. Hoş gelse ne, kafada işi taşıyor zaten.

Mağazacılık deseniz bambaşka bir konu. Alışveriş merkezleri sabah 10:00’da açılıyor, taa 22:00’ye kadar. E bir saat önce var dükkana, onun için bir saat önce evden çık. Kapatınca da bir saat derleme toparlama, bir saat yol deseniz. 16 saat fiilen çalışılıyor demek. E, 8 saat de uyku deseniz. Zaten 7x24 esasına uyuldu demektir.


Bizim halimiz de bi ayrı tabi. “Herhangi bir yerden, herhangi bir zamanda, herhangi bir cihaz ile” diye bir kavram var bilişim olarak icad ettiğimiz. Yaz tatilimde, akşam 22:00 sularında banyodan mail cevaplamışlığım var şahsen; daha dramatik örnekler de bulunabilir.

E bütün bunları neden yazdın burada derseniz. İşte burada bizim sektör giriyor devreye; iletişim ve bilişim teknolojileri. Hani hep diyoruz ya, “ayol çoluk, çocuk, kimsenin elinden düşmüyor şu telefonlar” diye. Aslında çalışma adı altındaki koşuşturmamızda birbirimizi görememenin, duyamamanın eksikliğini gideriyoruz o aletlerle. Derdimizi anlatacak arkadaşlarımızı bizzat göremeyince “of anam offf” diye bir post sallıyoruz Facebook’a. Çocuklarımız birbirlerini göremedikleri zamanda WhatsApp’la paylaşıyorlar çocukluklarını. Mağazada çalışan anne kızıyla telefonla konuşabiliyor ancak; oturup karşılıklı görüştükleri zaman çok az çünkü. Say say sonu gelmez ama hayatımız bu tempodayken de başka türlü sosyal bir varlık olmamız çok zor.

Tabi, tavuk ve yumurta döngüsü burada da söz konusu. İletişim cihazları ile sosyalleşebilme imkanı mı bizi asosyal yaptı yoksa bizi o asosyale zorlayan çalışma koşulları yüzünden mi iletişim cihazları ile sosyalleşme delisi olduk diye sorgulamak mümkün. Ama bizim sahip olduğumuz deli gibi çalışma kültürü açısından bakıca, sanki ikincisi daha gerçekçi geliyor bana.

Başka bir açıdan bakınca da, o deli gibi çalışma temposunda arada bizi rahatlatan cihazlar da onlar. O çalışma saatleri sırasında sigara molasında 2 tur Clash of Clans oynayan sayısı da az değil. Hani o 16 saat diye hesap ettiğimiz çalışma sürecinin bir kısmı da eş dostla telefon konuşması, online banka işlemleri, indirim sitelerinden alışveriş, sosyal medyada geyik gibi her biri birkaç dakika süren ama toplamı da epey bir zaman tutan kaçamaklardan oluşuyor.

Kime sorsanız “deliler gibi çalışıyorum” diyor bugünlerde. O çalışmanın içerisinde de, dışarısında da bilişim ve iletişim teknolojileri hiç fark ettirmeden en baş rolü kapmış durumda.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 146. sayısında yayınlanmıştır.

“Ver” (Post PC #18, Kasım 2014)

Gerçi siz bu yazıyı okurken eskimiş olacak ama Microsoft’un yeni Windows sürümünü 9’u atlayarak Windows 10 olarak çıkarması geçen ayın üzerinde epey konuşulan konularından biri oldu.

Yeni Windows’un adının 10 olmasının altında asıl yatan neden rakibi OS X (ki burada X alenen romen rakamı ile 10’a tekabül eder; her ne kadar biz onu “iks” diye okusak da) ile kendisini kullanıcı algısında aynı seviyede konumlandırmak tabii ki. Bill Gates’in sayı saymayı öğrettiği capsler, Microsoft akıllı saati diye kadranında atlaya atlaya giden Windows sürümleri olan çalışmalar bilumum teknoloji siteleri, bloglar ve de sosyal medyada dolandı durdu. Ancak biraz araştırmacı tarafınızı ortaya çıkarınca olayın çok daha vahim olduğu görebilirsiniz.

Bir kere ilk çıktığında Windows bir işletim sistemi değil, DOS üzerinde çalışan bir grafik arayüz uygulamasıydı. İşletim sisteminiz MS-DOS’un sürümünü öğrenmek için komut satırına İngilizce sürüm anlamına gelen “version”un kısaltması olan “ver” komutunu yazardınız. O da size işletim sisteminin sürümünü verirdi.

Bu usul Windows’larda da komut satırında devam etti. Bir ara ev ve iş dünyası için ikiye bölünme yaşayan Windows’gillerde Windows 95 ve Windows NT 4.0’da siz “ver” deyince 4.0 diyordu. Windows 98 4.1, ME 4.9 diye ev tarafında yeni meyveler vermeye devam etti. Sonra Windows 2000 ile iki aile tekrar birleşti ve 5.0 sürümü oluştu. Çok sevdiğimiz Windows XP’ye sürüm olarak 5.1 verilmişti. Ve sonra, talihsiz Windows Vista’mız 6.0 numaralı sürüm olarak karşımıza çıktı.

XP’den sonra Vista’ya o kadar tepki geldi ki, herkes kendilerini bu illetten kurtaracak 7’yi bekler hale geldi. Malum bu batı dünyası 7 rakamını sever; 7 OSI katmanı, 7 kardeşe 7 gelin, 7 cüceler filan… Uyanık Microsoft’çular da hiç tereddüt etmeden bu kurtarıcı sürüme Windows 7 adını verdiler. Ufak bi pürüz vardı yalnız. Windows 7’de konut satırında “ver” dediğinizde vere vere 6.1 veriyordu. İnanmayan denesin. Ve hatta Windows 8.0 için 6.2, 8.1 için de 6.3’tür “ver” değeri.

Bu kadar tantanayı yapan Windows 10 mu? Onun betasına “ver” dediğinizde 6.4.küsur diyor; muhtemelen final sürümü 6.5 olur.


Kısaca aslında 10 olan bir şey zaten yok teknik olarak.

Ha, ama bu pazarlama işlerine hele ki Microsoft’unkilere akıl sır katiyen ermez. Zamanında da Microsoft Word 2.0’dan sonra Microsoft Word 6.0 çıkmıştı; o zamanki sürümü 6.0 olan Wordperfect ile tıpkı Windows 10 ve OS X arasındaki algı hikayesi mantığında. Hoş, Word 2.0 Office 3.0’ın bir bileşeniydi ki Office 2.0 diye bir şey asla olmamış Office 1.6’dan sonra Office 3.0 çıkmıştı. Onu Office 4.0 takip etmiş, bir sonraki Office sürümü kitabi olarak Office 95 olarak adlandırılmakla beraber kod adı 5 ve 6’yı atlayarak Office 7 olarak lanse edilmişti. Buradan sonra Office 8’den 12’ye kadar tutarlı bir kodlama devam etmekle beraber uğursuz 13 atlandı; 14’ten sonra bugün son sürüm olan Office 2013’e Office 15 kod adı verildi.

Özetle bu “ver” meselesine çok takılmamak lazım. Üretici ne veriyorsa ona “he” deyip geçin. Yoksa kafayı takarsanız size vereceği tek şey sıkıntı olacak.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 18. sayısında yayınlanmıştır.

Domates, Mücevher vb. (Post PC #17, Ekim 2014)

Oyun denen meret hepimizin içindeki kapitalisti ortaya çıkarıyor.

Şimdi bakınca daha önce neden o şekilde düşünmediğime şaşıyorum da farkındalığımı kız kardeşimin evinde, eşinin söylediği bir cümle ile başladı, “İçinde puanların filan varsa hepsini harcar”.

Harcayacak kişi bizim yeğen, içinde puanlar olan şey ise benim oğlanın iPad’i idi. Haliyle ziyarete gidilirken tabletler de bizle geliyor. Çocuklar birbirleriyle oynamaktan sıkıldıklarında çıkarılıyor ve Angry Birds, Fruit Ninja filan türü şeyler ile vakit geçiriliyor. Tabi arada birbirleri ile takas da ediliyor aletler. İşte an, o an.

Herkes kendinden sorumlu; ben de oynuyorum ara ara. Hadi biraz daha dürüst olayım, Dragon City’yi ciddi ciddi iş edindim, şimdilerde de Deer Hunter 2014’ün müptelası oldum. Ya iyi hoş da, ejderhalar altın veriyor, onlarla tarlaya domates ekiyorsun, ejderhalar onu yiyip güçleniyor, savaşıp daha çok altın ve mücevher alıyorsun. Çok ince işler. Aha çocuk kaptı mı tableti, sen level 23 yapacağım saf ateş ejderhasını diye biriktirmişin 120.000 domatesi, hooop çar çur etti hepsini. Gitti emeklerim, şimdi mücevherleri bozdurup almak lazım domates.


Altındır, muzdur, paradır, domatestir; farkında mısınız, nasıl kıymete biniyor insan oyuna sardırınca? Yahu, halbuki üç gün önce öyle bir şey yoktu; hoş halen de gerçekte öyle bir şey yok. Ama insanın içindeki o bencil, o sahiplenici, o kapitalist var ya… Hah işte özellikle Facebook’ta ve mobil cihazlardaki oyunlar doğrudan oraya sesleniyorlar.

Keyif de alıyorsunuz bir yere kadar, o da doğru ama... Durduk yerde hırs, durduk yerde tatminsizlik, eksiklik duygusu. Yok mu aranızda benden başka “8 Ball Pool’da elin Arabına 1000 para kaptırdım, onu yerine koymam lazım” diye hayıflanmış olan?

Yapmayın arkadaşlar, bunlar boş şeyler. Sonunda elinize gerçek bir şey geçmeyecek. O yüzden 20’lik bahisten oynayın bilardoyu, zaten her saat başı veriyor 25 para. Daha da fazlasına gerek yok zaten, sen siyah topu sokma da vaktinden önce, oyununu oyna, tadını çıkar. 2 mücevher kazanacağım diye abuk sabuk oyun reklamı seyretme; vaktine de yazık, internet paketine de.

Valla bizim enişte sağ olsun, sayesinde oyunsal Nirvana’ya erdim. Artık çok daha fazla keyif alıyorum oyun oynarken. Oyunların hiçbirinin sonu değil hedef, oynarken geçirdiğin süreç asıl keyif veren. Adı üstünde zaten, oyun.

Yalnız, tabi, Bal Ayı’sını kalpten vurup avlamak için 83.5 stabilitede bir tüfek lazım, o da 4460 para. Ve de 20 dakikada anca geliyor, hemen istiyorsan da 10 altın bayılman lazım. Öyle kolay da değil yani.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 17. sayısında yayınlanmıştır.

Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı! (Dört Köşe #27, Kasım 2014)

Orijinali Ferhan Şensoy’un bundan 25 yıl önce yazıp sahneye koyduğu bir oyunudur ama küçük esnafın süpermarketler karşısında zor duruma düşmesine örnek verirken atasözü kıvamında kullanılan bir cümle haline gelmiştir zamanla. Aslında hemen her iş kolu için de farklı farklı örnekleri vardır yüksek ekonomik gücün geniş bir ihtiyacı adresleyerek daha küçük ölçekli emsalleri karşısında avantaj olarak kullanıldığı.

Bizim sektörde de eskiden bilgisayarcı diye bildiğimiz işletmelerin yerini de dev teknoloji market zincirleri aldı tüketici tarafında.

Kurumsal bilişimde de benzer etki satın alma ve birleşmeler ile yaşandı. Bir zamanlar yazıcıları ile meşhur olan bir firma UNIX sunucusundan kablosuz ağ cihazlarına, yönetim yazılımlarından güvenlik çözümlerine varan bir yelpazeye genişledi mesela. Baş rakibi PC’nin mucidi olan firmaydı; onlar da ağ anahtarları ve e-posta sunucu yazılımları üreten firmaları kattılar bünyelerine. Bugün karşılarında veritabanı firması olarak tanıdığımız bir firma duruyor; onlar da zamanının UNIX sunucu devi olan bir firmayı bünyelerine katarak o sıklete geldiler ki, o firma da zamanında iddialı depolama üreticilerinden birisini bünyesine katmıştı. Hoş, aynı firma bir yandan da yazılım geliştirme standardını koymuş bir ürünün de sahibiydi. Bu ligin en son oyuncusu da zamanında ağ yönlendiricileri ile beynimize kazınmış, sonra yerel alan ağ işlerine bulaşmış bir firmadır; şimdilerde video konferanstan blade sunuculara dek uzanan bir yelpazeye de sahipler.

Çok daha değişik örnekler saymak mümkün; sanallaştırma firması alan depolamacılar, depolama yazılımı alan güvenlikçiler… Hepsi günün sonunda “ey sayın kurumsal yapılar, bakın biz size uçtan uca çözüm sağlıyoruz, başkasına gitmeyin” hedefine doğru atılmış adımlardı. Ben de bir dönem bu firmalarda çalıştım; gerçekten müşteri karşısında çok hoş durabiliyordu. Ancak zaman içinde bu işin sıkıntıları da görülmeye başlandı. 100 liralık yazıcının arızası yüzünden yaşanan sıkıntı yüzünden milyon dolarlık projelerde müşterinin tavır aldığını bizzat yaşayarak gördüm.

Eh, süpermarketler de benzeri sıkıntıları yaşıyorlar. Müşteri kasap reyonundan memnun kalmadığı için gelmeyince giyim kuşam da satamıyorlar. Bir de zaten her işin satış dinamikleri farklı; züccaciyede uyguladığın iade politikasını iç çamaşırı ya da meyve-sebzede uygulayamıyorsun.

Hal böyle olunca, uzmanlaşmanın değeri tekrar ortaya çıkmaya başladı. Özellikle yeni yapılan konut projelerinin olduğu semtlerde süpermarketlerin yanı sıra mesleğinde uzmanlaşmış esnaf dükkanlarının da filizlenmeye başladığını görüyoruz. Ancak daha yoğun görülen yaklaşım alışveriş merkezlerindeki yapılaşma. Giriyorsunuz bir kapıdan. Her biri kendi uzmanı olduğu ürünü satan mağazaları aynı çatı altında toplayan ve hemen her ürün gurubunu da içinde barındıran büyük merkezler revaçta bugün.

Tıpkı her biri kendi ürün gurubunda iddialı olan tüm kurumsal bilişim yapılarını içinde barındıran büyük veri merkezleri gibi.

Bugün baktığınızda, bulut bilişim tabanlı mimarilerin tüm bilişim ihtiyaçlarını adreslemeye yönelik veri merkezlerini oluşturmada da tercihlerin uzmanlaşma yönüne kaydığını gördüğümüz düşüncesindeyim. Daha önce, yukarıda bahsettiğim süper büyüklüğe ulaşmış firmalardan birine tüm işi yaptırma yaklaşımı hakimken, bugün bulut tabanlı mimarilerde veri merkezi işinde uzmanlaşmış butik teknoloji firmalarının çözümleri tercih edilir oldu. Hatta öyle firmalar türedi ki, klasik dağıtık yapıya yönelik hiçbir çözümü bünyelerinde barındırmıyorlar.

Ve ilginçtir ki, bahsettiğim birleşmeleri yaşayan firmalar her bir ürün alanında daha uzmanlaşmak adına ilgili birimlerini farklı firmalara bölme kararlarını duyurmaya başladılar. Gelişmeler teknoloji haberlerini sunan sitelerden önümüze geliyor.

Dükkanlarının yeri biraz değişikliğe uğramışsa da ibre şu aralar kahraman bakkallardan yana dönmüş gibi sanki.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 147. sayısında yayınlanmıştır.

06 Ekim 2014

450 km.mi? Hıh...!

İstanbul'da Emre'yi aldığım her sabah "450 km.mi? Hıh...!" etiketiyle bir fotoğraf çekiyoruz Emre ile. Hemen hemen aynı poz, aynı mekan. Ama benim de, daha da önemlisi Emre'nin de gözünde aynı heyecan, aynı ışıltı.


Çok zor uzak olmak. Haftada iki gün görüşmek zaten zordu, şimdi bir de uzaklığın zorluğu girdi. Artık "evimiz"de olamamanın, dışarıların zorluğu girdi.

Yine de Allah'a şükür, imkanlarım müsait, her hafta sonu gidebiliyorum İstanbul'a. Tüm sevenlerimiz sağolsun, bir sürü evlerimiz var şimdi İstanbul'da da.

Tek amacım, o fotoğraflarda Emre'nin yüzündeki ışıltıyı söndürmemek. Sönmediğini görmek için de her hafta çekiyorum. Her hafta koyuyorum Facebook'a.

Ve sağ olun. O fotoğrafların altına güzel sözler yazıyorsunuz. Beni ayakta tutuyor. Ne kadar değerli, inanın anlatmak zor.

Eylemlerimiz sürecek.

08 Eylül 2014

Yaz Bitti!

Başlarken duyduğum heyecanı hatırlıyorum da, bittiği günkü hüznüm kadar yoğundu.

Zaten yaz mevsimini severim. Yok, eksik oldu, yaza bayılırım. Mavi gökyüzü, pırıl pırıl güneş, sıcak... Öyle bakmayın, evet, soğuk olacağına sıcak olsun. Gölgede kıpırdamadan dur (hele Ankara gibi kuru yerde) hiçbişey olmaz.

Sadece o kadar değil tabi. Rengarenk giysiler, sokakta insanlar cıvıl cıvıl. Şort ve de t-shirt, bitti, o kadar. Ne güzel.

Sadece o kadar da değil tabi. Emre! Canım oğlum! 15 Haziran - 15 Temmuz benle. Sonra, Şeker Bayramı'nda da benle. Ve hatta 1 Ağustos - 31 Ağustos gene benle.


Neler yapmadık ki? ODTÜ Vişnelik Yaz Kampı'na gitti ben işteyken. Ben hiç bu kadar eğlendiği bir yer bilmiyorum Emre'nin. Her sabah koşa koşa gittik, her akşam gülerek döndük. Akşamları yemekler, balıklar, etler, salatalar... Dut! Alabildiğimiz her akşam dut aldık.

Hafta sonları sitede havuz. Yaz Kampı'nda aldığı derslerin de desteği ile yüzüyoruz artık. Atlamanın zaten piriydik. O bambaşka bir keyif.

Bir hafta Alanya'ya herbişey dahil otele gittik. Orada da yüzmenin dibini gördük, dövme yaptırdık, Captain Jack Sparrow ve papağanı ile oynadık, maymun Mike ile fotoğraf çektirdik, Japon restoranında kendimizi suşiye vurduk. Denzi yatakları, dünya kupası, Messi forması... Açık büfenin Emre tarafından keşfi.

Ankara'ya dönüş ve gene keyifli günler. Lego ustası olduk; çeşit çeşit Lego'yu odada, salonda, balkonda, bulduğumuz her yerde yaptık.

Kesikköprü Barajı maceramız var arada. Can ve Cem Amca'ların (Donald Amca'nın yeğenleri değiller ne yazık ki) balık tutamayışlarına eğlendik gölün üzerinde motorla dolaşırken.

19 Temmuz Dünya Fenerbahçe'liler Günü'nü Fenerbahçe tesislerinde kutladık.

Şeker Bayramı'mız şeker gibiydi. Ailemizin Ankara'da kalanlarını ziyaret ettik. Ve tabi, sonrası havuz. Gezme. Bi daha havuz.

1 Ağustos'ta da kaptırdık dedemizin Çeşme'deki evine. 15 gün oradaydık. Kumlara gömüldük, derin denizde gerçekten yüzdük. Akülü araba, midye dolma, bahçe sulama, karadut şurubu, dolunay doğuşu, Dost Pide, Manzara Cafe... derken tükettik o tatili de.

Ve Ankara'da bir 15 gün daha. 31 Ağustos sabahı kahvaltıdaydık ailecek. Ne zamandır görüşmeyen bir sürü insan bir aradaydı.

Bütün yazı sarmaş dolaş, öpe koklaya, her saniyesini doya doya geçirdik. Belki de hayatımın en güzel günleriydi.

31 Ağustos akşamı annesine bıraktım Emre'yi.

Annesi İstanbul'a taşınmış. Emre'yi de alıp gitti.

Yaz bitti.

Başlarken duyduğum heyecanı hatırlıyorum da, bittiği günkü hüznüm kadar yoğundu.

iDon (Post PC #16, Eylül 2014)

Giyilebilir teknolojiler diyoruz da, asıl teknoloji bizim için yeni giysi oldu.

İnsanı hayvandan ayıran bileşenlerden bir tanesi de giysi. Malumunuz başka hiçbir canlı türü giysi giymiyor. Biz niye giyiyoruz; bunu 21. yüzyıl için tartışmak manasız muhakkak da, kökeninde soğuktan korunma ihtiyacı olduğu bir gerçek. Ama giysi bizim için öyle bir hal almış ki artık, ihtiyaçtan değil, usulden giyiyoruz. Yoksa şu sıcak yaz günlerinde hiçbirimizin o giysinin korumasına ihtiyacımız yok; hatta üste para verip sadece mayoyla kalabileceğimiz tatil beldelerine göç ediyoruz.

Teknoloji, hele ki iletişim teknolojisi için de benzeri geçerli değil mi sizce? Telefonun varlığı elbette iletişim ihtiyacını gidermek için ama bugün öyle bir hal aldı ki meret, yanınızda olmadı mı çıplak hissediyorsunuz kendinizi. Hele ki akıllı telefonlarda konuşmanın yanı sıra da her bir iletişim içini yaptığımız için durum iyice vahimleşiyor. Telefonunuz ne kadar akıllı siz o kadar kuşanmış. Ama unuttunuz mu bir yerde; ha telefonsuz kalmışsınız ha donsuz.

Giysinin getirdiği başka şeyler de var bir yandan. Tüylerimiz dökülmüş mesela ihtiyaç kalmadığı için. Estetik olarak güzel tabi ki de, işlevsel olarak soğukta giysisiz kaldınız mı dondunuz demektir. İletişim cihazları için de durum benzer. Ben mesela aklımda kimsenin numarasını tutmaz oldum. Yolları öğrenmiyorum artık; Yandex buluyor bana. Beynimizin de bazı tüyleri dökülmeye başladı bu telefonlar yüzünden.

Akıllı fotoğraf makineleri, akıllı buzdolapları derken akıllı saatler, akıllı gözlükler gibi giyilebilir akıllı cihazların da geldiğini gördük. Nike akıllı ayakkabıdan bahsediyor. Artık teknolojiyi her iki anlamda da giyiyoruz; hem giyilebilir teknolojiler kullanarak sözcük anlamı ile hem de medeni varlığımızı tamamlayan, giysi benzeri bir öğe olarak.

Her iki giyme anlamını ortak bir potada nasıl eritirim diye düşünürken bir fikir buldum. Madem kendimi telefonsuz çıplak hissediyorum, yeni akıllı teknolojimizin adı akıllı iç çamaşırı. Akıllı iç çamaşırı sayesinde evden çıkarken iletişimimizi unutmaya son. Karşınızda (altınızda?) iDon.

Yine de bunun yanında bir de telefon taşımakta fayda var. “Abi benimkinin pili bitti, seninkini kullanabilir miyim?” türü durumlar ile başa çıkması çok kolay olmayacaktır. Bir de, her bir aktiviteyi Facebook’a filan atmaması tercih sebebi tabi ki.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 16. sayısında yayınlanmıştır.

Afiyet Olsun (Post PC #15, Ağustos 2014)

Akşam iş çıkışı okuldan, eski şirketten, şuradan, buradan birileriyle buluşup yemeğe gitmeye karar verdiniz. Kapıdan girdikten sonra olanlara bir bakalım.

Yer seçtikten sonra oturdunuz ekipçe. Daha menü gelmeden cep telefonları çıkarılıp masanın üzerine konuldu. Fotoğraflar çekildi, check-in yapıldı, son bi mail kontrol ya da her neyse işte. O sırada menüler geldi, şöyle bir açıldı ya da açılmadı, ama lafa dalındı, telefonla bişeyler daha yapıldı; Foursquare’den nesi meşhur diye bakıldı filan. Garson geldi o sırada, siparişinizi alacak. Adamcağız daha ağzını açamadan “Wireless şifresi ne?” diye masadan karşı saldırı yapıldı garsona. Genellikle mekanın telefon numarasını içeren o yaratıcı şifre size söylendi; belki de sizin ricanızla bizzat garson tarafından telefona girildi. “Karar verdiniz mi?” sorusunu sormaya hak kazandı artık ama sorunun cevabı tabi ki “hayır”. Ama size yardım etti çocuk, onun hatırına şööööyle bir bakırken menüye ya biri aradı ya da Whatsapp’tan bişey düştü. Sayfa açık gene telefonla oynarken tekrar gelen garsona ayıp etmemek için o sayfadan ilk gözünüze kestiğinizi söylediniz artık. Yahu, salatanın içinde de kuşkonmaz varmış; sevmem ki ben… Neyse.

Ara sıcaklar vb. yavaştan geliyor artık. Hemmen önümüzde yemeklerle, birbirimizin ağzına çatalla lokma verirken resimler çekilmeye başlandı. “Dur, dur ben de bakıcam”, “ayy gözüm kapalı çıkmış”, “garson bey bi de benim telefonla çekseniz noolur”, “benimkiyle çek asıl benimki 41 Megapiksel” aşamaları yaşanmak zorunda, yoksa yemeğin bereketi kaçar. Eh, çekilenleri Facebook’a, Instagram’a yüklemek için de biraz mesai harcandı da, bu sefer de yemeğin sıcağı kaçtı. Hadi benimki salata (niye salata söylediysem) bişey olmaz ama et, vb. söyleyenlerinki buz oldu, bi daha ısıtıp getirseniz. Yeniden ısınan yemeğin de tadı kaçtı ama olsun. Hadi afiyet olsun.

Yemeği yerken de gözümüz telefonda. Tweet attık o kadar, hashtagler; Face’ten Like’lar geldi, yorumlara anında cevap yazmamız lazım. İki çatal yemek, bir lokma ekmek, bir yudum su, bir Face. Rahmetli anneannem bana öyle öğrettiydi; sonuncusu hariç tabi. Neyse, yemek de bitti, çekeceğimizi çektik, cevaplarımızı verdik, mutluyuz, karnımız da tok, sosyal medyamız da.

Şimdi hesap zamanı. Hesap gelene kadar mail gelmiş mi filan diye de bi bakayım. Şuna da bir cevap yazayım dedim de kart şifresi diye telefonun pin kodunu girdim o arada, sarı tuş mu geri alıyordu?

Ayrılık zamanı. Hoşçakalın millet. Masadan kalkarken SMS yazdığım için garsonu görmeyip adama çarpıp elindeki kahveyi üstüme dökmem dışında çok keyifliydi. Uzun zamandır birlikte olmamıştık, çok iyi vakit geçirdim ben şahsen, tıpkı eski günlerdeki gibi.

(Amerika’da bir restoran aynı menüyü sunmasına rağmen, 2004 yılında müşterilerinin kapıdan girip çıkma süresinin ortalama 1 saat 5 dakika olduğunu, 2014’te ise bu sürenin 1 saat 55 dakikaya uzadığını güvenlik kameralarının görüntülerine dayanarak tespit etmiş.)

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 15. sayısında yayınlanmıştır.

Veri Merkezinde Adanmış Cihazlar (Dört Köşe #25, Eylül 2014)


Bilişim dünyası kaç farklı veri merkezi yapısı gördü, saymak mümkün değil. Mainframe’ler ile başlanmış, sonra bir client-server modası, ardından çok katmanlı mimari, çok katmanlı mimarinin konsolidasyonu, sanallaştırma ve şimdi de onun türevi olan bulut esintileri ile macera devam ediyor; bakalım gelecekte daha neler göreceğiz. Geleceğe geçmeden bu aralar veri merkezinde kullanılan bilişim kaynaklarında yeni bir yaklaşım var, biraz ondan bahsedelim.

İngilizcesi “appliance” olan sözcük Türkçeye “gereç, aygıt, aparat” gibi çevrilmekle beraber bilişimdeki kullanımını tam ifade etmiyor. Ben yıllardır “adanmış cihaz” ifadesini kullanırım; bu yazıda da öyle yapacağım.

Gerçekten de bu aralar en yoğun konuşulan bilişim cihazları arasında yer alıyor bu adanmış cihazlar. Nedir derseniz; işlemci, bellek, disk ve ağ kaynaklarını bir kutu içinde barındıran ve bu kutulardan yan yana dizerek neredeyse sınırsız bir ölçeklenme imkanı sağlayan cihazlardan bahsediyoruz. Hoş aslında anlattığımız bileşenler sunucu bilgisayar dediğimiz şeyin bileşenlerinden farklı da değil. Haliyle çok çekirdekli işlemciler, hatırı sayılır bir bellek, sunucu üzerinde SSD ve standart hard diskler ve yüksek bant genişliğine sahip bir iletişim biriminden oluşuyor bu veri merkezi adanmış cihazları. Ancak farkı yazılım ile yaratıyor. Tüm bu kaynakları gerek sunucu, gerek ağ gerekse de depolama sanallaştırma teknolojileri ile kolay yönetebilir bir yazılım katmanı ile desteklediğinizde veri merkezi yönetimine büyük kolaylık sağlayan bir yaklaşımdan söz ediyor oluyorsunuz.

Biraz daha detaya girersek, sunucu sanallaştırma konusunu artık kanıksadık. O yüzden bahsettiğimiz adanmış cihazlar üzerinde dinamik olarak ölçeklenebilen sanal sunucuların varlığını çok normal karşılıyoruz. Ancak klasik sunucu sanallaştırma teknolojilerinde yüksek erişilebilirlik sağlamak adına, sanal sunucuların diskleri ve veri disklerini harici depolama sistemlerinde tutarsınız. Bu cihazlarda öyle değil. Her adanmış cihaz üzerinde hem SSD hem de hard diskleri ile geliyor. Akıllı bir veri yönetim katmanı ile tüm veriler mevcut adanmış cihazlar arasında birden fazla kopya tutulacak şekilde dağıtılıyor. Veri yönetim bileşeni ile sık kullanılan veriler SSD’lerde, daha az kullanılanlar ise hard disklerde tutuluyor. Söz konusu katmanlama teknolojisine ilave olarak, artık üreticisine göre tekilleştirme, sıkıştırma gibi ek teknolojileri de kattığınızda ortaya gerçekten dört dörtlük bir yapı çıktığını söyleyebilirsiniz. Elbette, her üreticinin kendince oluşturduğu farklı özellikler de var.

Sağlıklı çalışma esnasında her adanmış cihaz kendi yağıyla kavruluyor. Olası bir arıza durumunda sanal makineler diğer adanmış cihazlara göç ediyor. Veriler ise daha önceden RAID benzeri bir mantıkla diğer adanmış cihazlara dağıtılmış olduğundan kesintisiz çalışma için de ideal.

Özetle Lego mantığı ile, yeni adanmış cihaz düğümleri ekleye ekleye veri merkezinizi büyütebiliyorsunuz. Tüm iletişim IP tabanlı olduğu için adanmış cihazlarınızı aynı konumda da tutmaya gerek yok. Cihazları ana veri merkeziniz, yedek veri merkeziniz, taşra ofisleriniz, servis sağlayıcı da dahil olmak üzere dünyanın herhangi bir yerinde dağıtık olarak tutabilirsiniz.

Hele ki bütün bu işleri tek bir yönetim arayüzünden yapıyorsunuz; o da bam başka bir güzellik.

İşin bir de fiziksel güzelliği var. Sunuculardan çıkıp depolama ağı anahtarlarına giren kablolar, oradan disk sistemine bağlantılar filan türü bir görüntü de yok. Sadece adanmış cihazlar, ağ ve enerji kabloları ile iş çözülüyor.

Önceleri veri ambarı, veritabanı, uygulama sunucu katmanı gibi amaca yönelik adanmış cihazları gördük. Ancak bugün genel amaçlı iş yüklerinde kullanabileceğiniz ürünler de piyasaya sunuldu.

Mevcut veri merkezlerinde bulunan ürünlerin teknolojik ömürlerini doldurmaları süresince bu cihazların daha da yaygınlaşacağını düşünüyorum. Bence veri merkezine yatırım yapacaklar için muhakkak üzerinde durulması gereken bir alternatif bu adanmış cihaz mimarisi.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 145. sayısında yayınlanmıştır.

Başka Dünyaların İşletim Sistemleri (Dört Köşe #24, Ağustos 2014)

Hele bu mobil cihazlar da çıktı ya, artık bilişim cihazlarını kullananların işletim sistemi filan türü detaylarla olan ilgisi iyice azaldı. Bir anlamda iyi tabi ki; günlük ev kullanıcısı için işletim sisteminin ne olduğu değil, kullandığı programın çalışıp çalışmaması asıl önemli olan. Mobil cihaz deyince bir Android bir de iOS alternatifi geliyor insanların önüne; hadi ona da dikkat ederlerse tabi. Dizüstü deyince de Windows ve MacOS. Ancak bilişimin meraklısı olan başka bir gurup var ki onlar kökeni ta 1973’e dayanan bir işletim sistemi ailesini, kendi aralarında güle eğlene kullanıyorlar. Çoğunluğu Linux, birazı da BSD kullanıcılarından bahsediyorum.

Şimdi, iş kökene gidince Berkley Üniversitesi’nin 1969’da başlattığı UNICS (UNiplexed Information and Computing Service) projesine kadar gidiyor da, 1980’lerde boy göstermeye başlayan Intel tabanlı masaüstü sistemlerde çalışacak alternatif bir işletim sistemi haline gelmesi 1991’de Linus Torvalds’ın açık kaynak kodlu projesi ile gerçekleşmiş. Bu tarihten sonra çeşitli gurupların ürettiği Debian, Symbian, RPM tabanlı gibi türevler, bunların alt gurupları, onların türevleri derken şu anda kesin sayısı bilinmeyen ama kabaca 600 farklı majör dağıtım çeşidi bulunan koca bir aileden bahsediyoruz Linux dediğimizde. Çoğu masaüstü kullanıma odaklansa da, sunucu sistemler ve amaca yönelik cihazlar için üretilmiş farklı sürümleri de var Linux dağıtımlarının; tıpkı Windows 8 ve Windows Server 2012 mantığında.

Neden masaüstlerinde yaygın olarak görmüyoruz Linux dağıtımlarını? Muhtemelen asıl neden psikolojik. Her yerde yaygın olarak başka işletim ortamları görünce, birbirimizle aynı dilden konuşabilmek adına alışılagelmiş ticari markaları kullanma eğilimimiz var. Eh, az önce de bahsettiğimiz üzere, 2 Linux aynı değil, bir sürü türevi var. Hani Linux bile kullanacak olsak, şu muydu, bu muydu derken bir farklılaşma içinde buluyoruz kendimizi. Bu da insan doğamızın çoğulculuktan hoşlanan yanına aykırı. Yoksa teknik açıdan bakacak olursanız Linux dağıtımları çok daha az kaynak tüketiyorlar, harika alternatif arayüzler, sayısız uygulama seçeneği sunuyorlar ve çoğu da bedava. Ancak sunucu için özelleştirilmiş ya da kurumsal çözümler ücret talep ediyorlar ki, onların da fiyatları nispeten makul. Eğer meraklısıysanız, Ubuntu 14.04, MINT 17, Fedora 20 gibi sürümleri ev bilgisayarlarınızda denemenizi tavsiye ederim; aşinası değilseniz beklediğinizin çok üstünü bulacaksınız. Milli sürümümüz Pardus 2013 de yeni geçtiği Debian temeli ile oldukça göz doldurucu.

İlginçtir ki, nereden baktığınıza göre Android işletim sistemi de bir Linux türevi olarak görülebilir. Sonuçta Linux çekirdeği kullanıyor Android, ancak en başta komut satırı olmak üzere Linux’u Linux yapan pek çok bileşenden mahrum. Hadi, Linux demesek de, kardeşi diyebileceğimiz bu işletim sistemi mobil cihaz pazarının yükselen yıldızı durumunda. Eğer mobil cihazınızda tam bir Linux deneyimi yaşamak istiyorsanız, Ubuntu’nun telefon ve tablet için türevleri mevcut.

Eh bu durumda Linux’un kuzeni de BSD oluyor. Kökenleri yine UNIX’e dayanana BSD türevlerinin de popülerleşmesi 1990’ların başına denk geliyor. Linux’un tam tersine öncelikle sunucu ve adanmış cihaz odaklı yoğunlaşılan bu işletim sisteminin sonradan PC-BSD, GhostBSD gibi kullanıcı kullanımı kolaylığına odaklanmış masaüstü sürümleri de çıktı. Eğer evinizde kaynak konusunda sıkıntısı olan eski bir makineniz varsa BSD dağıtımları ile sizi çok mutlu edecek sonuçlar elde
edebilirsiniz.

İşi akrabalığa vurmuşken, Linux ve BSD’nin amcaoğullarından biri de MacOS. Yine UNIX tabanlı olan bu işletim sistemi köklerinin bir kısmını doğrudan FreeBSD’den alıyor hatta. Apple tarafından ticarileştirilip çok ciddi makyaj almış hali ile Mac kullanıcılarının hayatında yerini almış durumda.

Ne kadar sayarsak sayalım biraz çoğulcu, biraz da tembellikle alışkanlık karışımı yanımızla Microsoft kökenli işletim sistemleri kullanmaya devam edecek gibiyiz. Yine de farklı işletim sistemleri ve onların getirdiği güzelliklerin farkında olmamamız anlamına gelmemeli bu. Baksanıza, benim 3 yaşındaki yeğen annesinin 6 yaşındaki laptopuna yüklü Ubuntu’da keyifle Masha i Medved videoların HD olarak izleyebiliyor.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 144. sayısında yayınlanmıştır.

08 Temmuz 2014

Beynimizi Buluta Taşırken (Dört Köşe #23, Temmuz 2014)

Geçenlerde Telekom Dünyası WEB sitesinde bir operatörümüzün Türkiye’de kullanıma sunduğu SIM kartları ile LTE teknolojisinin bulunduğu ülkelerde 4G mobil internetin faydalarından nasıl yararlanabildiği konusunda bir haber okudum. Tamam, biliyoruz, 3G’nin üstü de, vakit ayırıp da şu 4G ne menem bir şeymiş diye araştırma fırsatı bulmamıştım; gün bu gündür diyerek şöyle bir daldım internet alemlerine.

Bana sayma, sizlere okuma eziyetine girmeyeceğim pek çok teknik detay da var da, tabi en öne çıkan bant genişliği konusu oluyor. 3G şebekeleri için 7.2 Mbps olarak duyurulan teorik indirme bant genişliği 4G teknolojisi ile 60 Mbps’ye yükseliyor. Gerçi uygulamada bu rakam 12 Mbps civarında gözlense de yine de inanılmaz bir bant genişliği. Mobil veri şebekeleri bundan 10 yıl öncenin kablosuz yerel ağ performanslarını yakalamış, şu an evlerimizde kullanılan bakır telli geniş alan teknolojilerini misliyle geçmiş durumdalar.

Teknolojik olarak yapılan ilerlemeleri takdirle karşılamamak elde değil ancak bu teknolojik ilerlemelerin insan zihnine olan etkisi beni düşündürüyor.

Bundan 20 yıl önce eşin, dostun, komşunun, marketin filan, her bir yerin telefon numarasını ezbere bilirdim. Şimdi oğlanın annesinin, babamın bir de mesai arkadaşımın telefonu dışında hiçbir telefon numarasını bilmiyorum. Elbette 20 yıl önce 26 yaşındaydım, B12 vitamini filan türü konularla muhatap değildim, bunlar da başka etkenler de, kendimde asıl gözlemlediğim şey artık bilmek zorunda olmamam. Nasılsa telefon rehberimde kayıtlı; o da bulutta bir yerde benim adıma tutuluyor. Telefon silinse bile bi kullanıcı adı, bi şifre, hoop hepsi yerli yerinde.

Sonra bir de şu arama motoru olayı var. Artık hiçbir şeyi aklımda tutmakla uğraşmıyorum. Bir bilgiye ulaşmam gerektiğinde, cepten yazıveriyorum Google’a, hemen geliyor ne hatırlamak istiyorsam. Her veri bulutta bir yerde duruyor nasıl olsa. Bu günlerde 3G hızında geliyor maşallah, yakında 4G hızında daha da bir kolay erişir olacağım aradığım verilere.

“Ne bileyim, Yandex miyim?” diye bir reklam sloganı var; senin bir şey bilmene gerek yok, boşuna aklını doldurma, biz arar buluruz diye mesaj veriyor açıkça. Zaten Yandex ve Google sayesinde Telviye Teyze’nin “simitçiyi geçince sağa dön” şeklindeki yol tarifi bile yalan oldu; bulut üzerinden sağlanan en güncel haritasıyla ve hatta fotoğraf görüntüsü ile gitmek istediğiniz yere ulaşabiliyorsunuz.

Radyo mu? O da tarihe doğru gidiyor. Artık legal ya da illegal müzik indirmeye de gerek kalmadı; bulut üzerinden talep ettiğim anda istediğim şarkıyı, albümü dinleyebildiğim servisler var. Ve mobil şebekeler de bunların gereksinimlerini son derece başarılı bir şekilde yerine getirebiliyor. Geçen ay Ankara’dan Eskişehir’e sadece 3G şebekesi üzerinden Spotify dinleyerek gittim geldim; tık demedi. 4G hızlarına geçince video da sorun olmaktan çıkacak.

Güncel hayattan örnekleri geçelim, bilişim odaklı baktığınızda daha da uygulama özel örnekler vermek mümkün. Masa üstü sistemler için birinci depolama bileşeni olan hard diskler Dropbox, SafeSync gibi teknolojilerin kullanımı ile artık aslı bulutta duran verilerin yerel önbelleği konumuna düşmüş durumdalar. Ha, bu önbellek mobil ağ teknolojileri ile ceplere de indi. Siz benden GB’lık dosya isteyin, ben telefondan hallederim Wi-Fi filan da olmadan.

Daha önce de yazdığım gibi iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri heyecan ve beğeni ile takip ediyorum. Ancak yaşamımız üzerinde sadece kolaylaşmak sözcüğü ile ifade edemeyeceğimiz bir farklılaştırıcı etkisi de söz konusu. Bizler ve yaşam tarzlarımız üzerinde yarattığı dönüşüm iyiye doğru mu, kötüye doğru mu diye bir yorum yapmak zor. O yüzden gelişen iletişim teknolojileri bizi ve beynimizi buluta taşırken her şeyi oluruna bırakıp yaşayarak görmekten başka yapacak bir şey yok.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 143. sayısında yayınlanmıştır.

Merkür Geri Gidiyor (Post PC #14, Temmuz 2014)

Şimdi, ben pozitif bilimin insanıyım; böyle şeylere inanmam. Ama şerefsizim oluyor. Tesadüf artık.

Gerçi birkaç gündür elimizi neye attıysak olmamasından anlamalıydık. Sadece benim değil; şirketteki diğer arkadaşların da başında benzer şeyler dönüyor. Kerem’in Fujitsu dizüstü bilgisayarının ekranı gözümüzün önünde gitti; 2 sanyiye önce pırıl pırıl gösteren bilgisayar simsiyah. Eski bilgisayardı, normaldir dedik. Kerem gitti yeni bilgisayar aldı. Windows 8.1 yüklü. Termal yazıcının sürücüsü sevmedi 8.1’i. Hadi Windows 7 yükleyelim dedik. Yahu, yeni bilgisayarlar bi garip; BIOS’ta Boot Order diye bişey yok. Forumlara girdik çıktık; bilmemne güvenlik ayarlarından bişeyleri açtık kapattık, bulduk boot order’ı. Makine DVD’den boot etmez. Acaba DVD mi bozuk dedik (ki bizzat Microsoft Store’dan alınmış orijinal DVD’dir kendileri), başka DVD yazdık, yok, ı-ıh. Bootable USB hazırladık. Tüm portlar USB 3.0, Windows 7’de built in driver’ı yok çalışmaz. Çıldır. Ha, ne olduğunu anlamadık, DVD’den boot etti, yükledi işletim sistemini en nihayet. Bu sefer başta ethernet olmak üzere hiçbişey driver’ı çalışmıyor. USB portlar da kaput. Bildiğiniz CD’ye driver yazıp (ki onu da ikinci yazdığım CD’yi okudu) aleti internete bağladık. Herbi şeyin driver’ını indirdik. Yüklemez. Driver Genius, DriverPack solution filan. Yemedi. Üç gündür kurulamadı alet.

Ve bu sabah… Dün gece sağlam kapattığım kendi bilgisayarım, “ben boot edecek disk görmüyorum Murat’cığım” buyurdu. Hakikaten, BIOS’tan baktık, yok gözüküyorlar. Bir tarafımız iyi niyetle “konnektör gevşemiştir” dedi ama GESTAY+B uygulamama rağmen alet çalışmamakta ısrar etti. USB’den de harici bağladık. Sizlere ömür.

Yarına acil sunum var. Gittik paşa paşa yeni disk aldık. Sonrası daha da facia. MacBook Pro benimkisi; USB’den Windows 7 boot ettirmek gerekir. Her zaman 10 dakkada hazırladığım Win 7 USB’si olmaz. “Error reading ISO file” yedik bir. Sonra “no space on target drive” buyurdu; 8 GB’lık USB bellekte. Çıldıracağım; gecenin 10’u oldu hala makinayı boot edemedim.

Ha bu arada, 4 aydır maaşallah ne güzel interneti var dediğimiz ofisin interneti de yerlerde sürünüyor. O yüzden geldim evde halletmeye çalışıyorum. Mel mel Windows 7 SP1 inmesini beklerken aklıma esti. Etrafta astrolojiye meraklı arkadaşlar var; onların geyiklerinden biliyorum. Merkür’ün geri gitmesi diye bir olay var; o periyotta başta elektronik cihazlar olmak üzere herbişey bozuluyor, veriler kayboluyor filan. Açtım Google’ı ve baktım. Evet, o dönemdeymişiz.

Hayatta inanmazdım da ne yalan söyleyeyim, daha önce de benzer bir facialı dönemi yaşadığımda da beni uyarmışlardı bu konuda. Ben inanmam; hala da inanmayı reddediyorum ama…

Resmen geri vitese takmış Merkür; hatta olsa geri 2’ye atacak.

Her neyse, siz bu satırları okuduğunuzda bu dönem kapanmış olacak; 30 Haziran sonmuş. Ha, bunun bi 15 gün de gerileme sonrası dönemi var; akşamdan kalmalık gibi bişey sanırım o da, bu dönemde de hayat çok güzel olmuyormuş da, yine de atlatmış olacağız.

4 Ekim’de yenisi başlıyor. Fala inanmayın ama falsız kalmayın. Söylemedi demeyin.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 14. sayısında yayınlanmıştır.



06 Haziran 2014

I'm Not A Number... (gerçekten mi?)

Başlamadan
Özellikle sonlara doğru örnek olarak kullandığım "numara"lar... Alınmayın, gücenmeyin; kimseye laf sokmak, hınç ifade etmek, kızmak için değil yazdıklarım. Sadece yaşadıklarımı, hissettiklerimi anlatmak istedim. Eminim ki başka yerden bakınca ben de aynı durumdayım. Buyrun...


- We want information...information...information!
- Who are you?
- The new Number Two.
- Who is Number One?
- You are Number Six.
- I am not a number; I am a free man!
- Muhaha ha ha ha haa (burada yazmakla olmaz, doğrudan "hadi canım" gülüşü; şuna tıklayıp dinleyin!)

Lise yıllarında ilk kez dinlediğim Iron Maiden'in Number Of The Beast albümünün 3. şarkısı The Prisoner'ın başında yer alan bu diyaloğun 1967 İngiliz yapımı The Prisoner dizisinin jeneriğinden alıntı olduğunu çok daha sonra öğrendim. Dizi Türkiye'de de bi ara oynamış ama ben kaçırmışım. Daha sonra 2009 yapımı yeniden çekimini izledim (başrolde şimdilerde John Reese olarak bilinen Jim Caviezel oynar; tavsiyemdir). Sonra da bunun orijinali nasıl ola ki deyip eskisini de tamamladım. Dizi güzel (her ikisi de kendi dönemi çerçevesinde tabi), ama yine de bu replik benim için The Prisoner şarkısının girişi olarak yer etmiştir.

Tüm diyaloğun en çok anlam ifade eden kısmı da gülme faslından hemen önceki "- I am not a number; I am a free man!" cümlesidir bana göre. Yine lise yıllarında okuduğumuz Aldous Huxley'in bilim kurgu kitabı Cesur Yeni Dünya'da (Brave New World) anlatılan, bireylerin kişiliklerini kaybettikleri, kalıplaştırıldıkları bir dünyaya isyanın ifade edilişidir benim için. Zaten The Prisoner dizisinin de temalarından biridir bu.

Tabi, biz ne kadar isyan edersek edelim, 21. yüzyıl ile birlikte gelen ve kitlelerin kolay yönetimi, otomasyon hizmetlerinin basitleştirilmesi gibi olumlu yönleri de konuşulabilecek bir düzen sonunda hepimiz devletlerimiz tarafından birer numaraya indirgendik. İlk önceleri filmlerde gördüğümüz Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının kullandığı Sosyal Güvenlik Numarası'nın Türkiye uyarlaması olan T.C. Kimlik Numarası bugün hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. Devlet dairesinde, bankada, nerede işlem yapacak olursanız olun lazım bu meret. İstesek de istemesek de kurumlar için hepimiz 11 haneden ibaret bir numarayız artık.
WEB'den buldum, doğru mu acaba?

Yeni nesil hayatlarının başından beri olan bir standart olarak kanıksamış vaziyette bu numara işini. Bizler de eskisi kadar genç ve asi olmadığımız için kabullendik artık. "Devlet için bir numara olabiliriz belki ama kendi özel yaşantımızda birer bireyiz" diyoruz için için.

Acaba öyle mi?

Yakınlardaki bir yazımda cep telefonumdaki ve bilgisayarımdaki rehberler ile olan mücadelemden bahsetmiştim. Kimi birbirinin aynı, kimi geçersiz binlerce numarayı derleyip toparlamakla epeyce bir uğraştım uzun lafın kısası. Bu uğraşı sırasında hali ile rehbere eklenmiş her kişi, hatıraları ile birlikte geldi geçti aklımın içinden.

Yıllar önce yediğim içtiğim ayrı gitmeyen üniversiteden arkadaşım; en az beş yıl olmuş telefonla görüşmeyeli. Silmeye kıyamadığım.

İş sebebiyle tanıştığım ama sonra çok iyi dost olduğum o kişi... Bir akıl istemek için en az 3 kere aradım geçenlerde, açmadı; muhtemelen sonrasında da ayıp ettiğini düşündüğü için o aramıyor. Kızgınım kerataya ama anlamıyor da değilim. Yine de dursun rehberde.

Akrabamdır ama çok da sevmem. Görmesem olur ama yine de kan bağı var; o da dursun bir kenarda.

Eski personelim; şimdi uzman çavuş oldu, kim bilir Türkiye'nin neresinde? Bir daha görür müyüm, arar mıyım; o beni bulur mu? Kim bilir?

İş vesilesiyle tanışılanlar, yazlıktan arkadaşlar, havaalanında beklerken sohbet edilenler, benim eski berber (düşünün ne kadar eski)... Bir zamanlar tanınmış olanlar, numarasının bulunmasında fayda olanlar, şunlar, bunlar...

Dününü ayıkladıktan sonra... Nedir bu insanlar benim için bugün diye tartıyorum?

+90 (xxx) xxx xx xx

"I'm not a number..."

Üzgünüm. Ben devlet değilim ama benim için sadece birer numara olmuşsunuz. Bir şekilde...

Kimlik Bunalımı (Post PC #13, Haziran 2014)

İlginçtir ki, her şeyi şirketin kiralayarak kullanımımıza verdiği yeni araba tetikledi. Araba üzerinde bluetooth bir telefon bağlantısı var; onu kullanayım istedim. Rehber gözüküyor gibi arabadaki ekranda, şirket arkadaşlarımı işaretledim sık kullanılanlar listesi için, sıra geldi aileye. Kız kardeşim tamam ama babamı bir türlü bulamıyorum rehberde.

“Tetikledi” sözcüğünü bilerek seçtim; aslında epeydir farkındayım iPhone’daki rehberimin çıfıt çarşısına döndüğünün. Oysa ben iletişim bilgilerini güncel ve düzenli tutmak konusunda oldukça da hassasımdır. Burada sayamayacağım belirli standartlar şeklinde saklanır Outlook’taki Adres Defteri’mdeki kayıtlar. Ama işin içine telefon girince düzen şaştı. iPhone’daki Linkedin’miş Facebook’muş türü uygulamalar da sahip oldukları kimlik bilgilerini rehbere ekleme seçeneği veriyorlar. E, ben de her an herkese erişebilmeliyim, arayanın resmini de görebilmeliyim ya, açıyorum o özellikleri hep.

Sonuç facia. Telefonumdaki kontak sayısı 3000’in üzerinde. Muhtemelen o yüzden de arabadaki rehber uygulaması bi yerden sonra almıyor artık diye düşündüm. Sonrası da başka bir eğlence oldu.

Temizliğe Outlook’tan başlamaya karar verdiğimde ilk kafa karışıklığımı yaşadım. Burada 1854 kişi gözüküyor. Kalan 1000 küsur adam nerede, hiç fikrim yok. Yine de bir yerden eyleme geçmek lazım; büyük bir azimle yaptığım temizlik sonrası 1253’e inmiş durumdayım. Gittim iPhone’dan Facebook ve Linkedin ayarlarını da kapattım. Ama hala telefonda 2305 kişi var. Outlook’la olan irtibatı da kestim. Bir anlığına 0 kişi gördüm rehberde.

Bu noktadan sonra beklentim, Outlook’la ilişkiyi açıp 1253 kişiyi görmek ve de rahat etmekti. Ama öyle olmadı. 2493 diye, daha önce hiç görmediğim bir rakam ile baş başayım şu an. Sonradan keşfettim ki, Outlook üzerindeki Linkedin konnektörü benim 1240 Linkedin kontağımı da alıyor ve illa onları da iPhone’a senkronize ediyor.

Denklemi çözdüm içim rahat. Babamın ismi de çıkıyor arabada artık ama hala ne nereden geldi de rehbere oturdu, tam vakıf değilim.

Bir anlamda iyi kimlik bilgilerinin sosyal medya tarzı bulut nesnelerinde tutulması; sizin müdahalenize kalmadan sürekli güncelleniyor. Ancak çok bilgi kirliliği yaratıyor arkadaş; ben anlıyorum Yıldıray Gökkaya ile Yildiray Gokkaya’nın aynı olduğunu ama aletler için durum farklı. E, telefonunu +90 diye giren var, 0 diye giren var, o 0’ı hiç koymayan var… Netice aynı adamdan 3-4 oluyor rehberde. Arayacaksın; seç beğen.

Rehber seyreltme eylemlerim sürecek ve de sürmeli. Yeni dostlar edinerek rehber kabartma eylemlerim de paralelinde devam ediyor çünkü. Elimde bunca kimlik bilgisi, bir yerden sonra bunalıma yol açıyor; bizzat şahidim.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 13. sayısında yayınlanmıştır.

Madende Bilgi Teknolojileri (Dört Köşe #22, Haziran 2014)

Üzerinden tan bir hafta geçti. Türkiye 21. yüzyılın bu güne kadarki en büyük maden kazasını 13 Mayıs 2014 günü Manisa’nın Soma ilçesinde yaşadı. Ölen, yaralanan çalışanlar ve yakınları için duyduğumuz üzüntüyü anlatmak mümkün değil. Allah ölenlere rahmet eylesin, kalanlara sabırlar versin.

Olayı duyduğum zaman aklıma takılanlardan bir tanesi de bilişim teknolojileri ve madenler arasında nasıl bir bağlantı olduğuydu. Kamu, bankacılık, telekomünikasyon gibi sektörlerde bilişimin ne şekilde kullanıldığını yıllardır yakından gözlemleme şansım oldu ama madencilik ile olan ilişkisini açıkçası hiç düşünmemiştim.

Elbette ki yaşadığımız acı tecrübe öncelikle çalışan güvenliği ile ilgili bilişimin neler yapabileceğini düşündürüyor. Bu konuda yazılmış oldukça çok makale olduğunu görmek beni hem şaşırttı, hem de mutlu etti bir anlamda.

Öncelikle, RFID teknolojileri ile madenlerde bulunan kişi ve seyyar cihazların yerlerini tespit edecek modeller oluşturulmuş durumda. Normal çalışma esnasında sistem herkesin olması gerektiği yerde olduğunun garantisini, yetkisiz yerlere giriş yapılıp yapılmadığının izlenmesini de sağlıyor. Kaza, çöküntü gibi durumlarda ise madende bulunan kişilere en hızlı nasıl ulaşılacağı konusunda bilgi edinmekte kullanılıyor. Söz konusu teknoloji -40°C ile +85°C arasında çalışma koşullarına sahip. Kapalı madenlerde tek verimli teknoloji RFID iken, açık madenlerde GPS teknolojisinden de yararlanmak mümkün.

Tabi, bu RFID cihazlarının okunabileceği bir de kablosuz ağ teknolojisi lazım. Bununla ilgili de akademik çalışmalar var. Teknolojik detaylarla çok girmek istemiyorum ama madenlerin giriş tipi, havalandırma yapıları vb. parametreler göz önüne alınarak tasarlanmış yeraltı kablosuz ağ şablonları oluşturulmuş.

E, hazır o kadar ağ teknolojisi ile donanmışken ortam sıcaklığı, gaz seviyeleri gibi değerler de gerçek zamanlı olarak gözlemlenerek komuta ve kontrol merkezlerine iletiliyor. Eskiden zehirli gaz sızıntısı olduğunu tespit etmekte kullanılan kanarya tekniğinin yerini de bilişim cihazları alma yolunda.

Olası tüm teknolojilere rağmen, madencilik denince insan faktörü bir madenin sağlıklı işlemesi için en öne çıkan bileşen oluyor muhakkak. Maden çalışanından vazgeçmek mümkün olmasa da, çalışanların kendi iyilik ve sağlıkları adına denetlenmesi de bilişim teknolojileri ile yapabileceklerimiz arasında. Çalışanların aldıkları eğitimler, çalışma saatleri, çalışma koşulları gibi parametrelerin bir iş zekası sistemi ile takip edilmesi konusu literatürde Madencilik Bilgi Sistemi (Mining Information System) olarak yerini almış çoktan.

Tabi ki bilişim teknolojilerinin madencilik sektörüne tek katkısı güvenlik tarafında değil. Madenin verimliliğinin arttırılması tedarik zinciri, müşteri ilişkileri, kurumsal kaynak planlanması gibi bileşenlerle de desteklenerek Madencilik Bilgi Sistemi kavramına daha da geniş bir uygulama alanı sağlıyor.

Son bir haftada edindiğim bu bilgiler bana iki farklı mesaj verdi. Bunlardan birinci ve en önemli olanı disiplinler ve kurumlar arası çalışmanın önemi. Merak ediyorum, üniversitelerimizin kaçının maden ve bilgisayar bölümleri kafa kafaya verip birlikte ne proje üretebiliriz diye düşünüyor acaba? Ve bunların kaçı endüstride faaliyet gösteren firmalar ile birlikte çalışabiliyor? Bu tür çalışmalar kaç kişinin hayatını kurtarabilir, kaç kişinin hayatını daha güzel hale getirebilir, kim bilir?

İkinci mesaj ise kendime. İnsanın arada bir kafasını alışageldiği düzenin dışına da çıkartıp da bakması gerekiyormuş. Bunca yıllık bilişimciyiz, daha öğreneceğimiz ne çok şey varmış. Keşke bunları öğrenme sebebim Soma kazası gibi üzücü bir olay olmasaymış.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 142. sayısında yayınlanmıştır.

07 Mayıs 2014

Metin Tabanlı İletişim Adab-ı Muaşereti (Dört Köşe #21, Mayıs 2014)

İnsanoğlu her icat ettiği iletişim yöntemi ile birlikte bu iletişimi düzenleyen kurallar koymaya çalışmış. Bu kuralların bazıları iletişimin teknik boyutlarını düzenlerken, bir kısmı da içeriğin iletilmesi ile ilgili oluyor. Teknik kuralları işletmeci ve denetleyici kuruluşlar belirlerken, içeriği düzenleyen kurallar toplumlar tarafından zaman içinde oluşturuluyor. Konusu geçtikçe gülümsetir beni; telefonun ilk kullanıma alındığı yıllarda bir bay ile bir bayan görüşeceklerse, hanımefendi ses çıkarana kadar beyimiz beklemek durumundaymış. Şimdinin “Alo”suna gelene kadar kim bilir daha ne yollardan geçilmiş.

Bugün içinde yaşadığımız sayısal dünyanın bizlere sunduğu iletişim olanaklarının en yaygın kullanılanlarından bir tanesi de şüphesiz ki metin tabanlı iletişim olanakları. Hepimiz SMS, anlık mesajlaşma, e-posta, web sayfaları, bloglar gibi yöntemlerle kendimizi ve düşüncelerimizi metin tabanlı olarak ifade ediyoruz. Elbette bu yöntemlerin de hem teknik düzenlemeleri yapıldı, hem de kendince içerikler oluştu. Türkçe’nin bilinen hiçbir lehçesinde “Mrb” ya da “Nbr?” diye sözcükler yokken bu harfleri SMS ta da anlık iletilerde görünce şaşırmıyor, e-postalarda biraz yadırgamakla birlikte idare ediyor ama bir blogda görünce yadırgıyoruz. Yine de sokakta karşılaştığımızda, ya da telefonla görüşürken birbirimize asla bu şekilde hitap etmiyoruz.

İşin içine bir şekilde kendi benliğimizden bir şey katmadığımız zaman sadece sözcükler değil farklı olarak kullandığımız. İfadelerimiz, kurduğumuz cümleler de epey farklılık gösteriyor karşımızın yüzüne bakmadan iletişim kurarken. E-postalarda, anlık mesajlarda normalde karşımızdakinin yüzüne karşı asla sarf etmeyeceğimiz şeyler yazabiliyoruz. Karşınızdakini görmezken; hatta aslında karşınızdaki sizi görmezken atıp tutmak kolay oluyor muhtemelen.


Maalesef iş her zaman sadece atıp tutmakla da kalmıyor. Gerçek hayatta kendini ifade etmekte zorlanan pek çok kişi bu metin tabanlı ortamlarda gerçeği yansıtmayan, rahatsız ve taciz edici iletişimlere başvuruyorlar. Bu iletişimler öyle noktalara gelebiliyor ki, basit kızgınlık ifadeleri ya da şakalar olarak başlayan iletiler siber taciz ve siber zorbalık denilen kavramlara kadar geliyor.

Bir kişiye kızgınlığınızı dile getirdiğiniz bir e-posta, karşınızdakinin size cevap vermesi, sizin ona tekrar cevap vermeniz derken bir bilişim suçu olarak görülen siber taciz metnine dönüşebiliyor; işin hukuksal boyutu var. Hele bir de çoğunlukla çocuklar ve ergenler ile özdeşleştirilen siber zorbalık kavramı var ki, bugün tüm dünya için önemli bir sorun olarak görülüyor. Elektronik cihazlar aracılığı ile kurulan iletişim yöntemleri ile karşıdaki kişiye olan kötü düşüncelerin ifade edilmesi, cinsel taciz, şantaj, hakaret gibi eylemleri içeriyor siber zorbalık kavramı. Ben hiç bilmezdim mesela, “nefret sayfası” diye bir şey varmış. Bir kurban seçilip onu aşağılayıcı ifadelerle dolu bir web sayfası ya da blog yapılıyor. Hatta arzu edenlere de ek içerik ile o kişiyi kötüleme imkanı sağlanıyor. Ya da bunu sosyal medyaya yayıyorsunuz. Daha neler, neler. Siber zorbalık yüzünden hiç de azımsanamayacak sayıda genç psikolojik sorunlar yaşıyor; ucu intihara kadar giden örnekler de var maalesef.

Kötü niyetle yapılanın durumu elbette farklı ama kendimize hep şunu sormalıyız, “karşıma çıksa bu kişi, aynı ifadeleri yüzüne karşı da söyler miydim?” Ya da benim şu anki durumunda, “bu yazıda yazdıklarımı herkesin karşısına çıkıp ta anlatır mıydım?”

Unutmayalım ki, metin tabanlı iletişimin çok güzel de bir özelliği var. Bu sorulara verdiğimiz yanıta göre, yazdıklarımızı düzeltme, testiyi kırmadan önleme fırsatı da veriyor bize.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 141. sayısında yayınlanmıştır.

05 Mayıs 2014

Zamanın Durduğu Yer

Bugün 5 Mayıs 2014. Bu sefer de kısmet oldu gelmek kazasız belasız. En son 29 Ekim 2013 sabahı ayrılmıştım buradan; neredeyse 6 ay olmuş. Balkondan oturup da manzaraya bakınca sanki zaman hiç geçmemiş gibi. Üç aşağı, beş yukarı aynı görüntü tam 29 yıldır.

Gözlerimi dikip de bakınca karşı kıyılara, zaman buralara uğramıyor gibi geliyor. Kısa bir anlığına dahi olsa unutuyorum dün olanları, yarın bekleyenleri. Sadece şu an burada olmanın mutluluğu basıyor üstüme. Ve kim bilir, kaçıncı kez aynı pozu çekiyorum, önümde Boyalık koyu, balkondan manzara.

Balkondan manzara, 2014 version #1
Poz aynı ama pozu çeken fotoğraf makineleri değişti zaman içinde. 35 mm. film kullanan makinelerden dijitallere geçti önce. Son birkaç senedir cep telefonu ile çekmek yetiyor bana.

Ve tabi sadece makineler değil o değişen. Makineyi tutan eller de değişti. Ben manzarayı seyrederken, on yedi yaşında bir yeni yetmeden kırk altı yaşındaki bu adama geçişi seyretti bu manzara da. Kafamda kaç kişiler, ne düşünceler, ne beklentiler, ne ümitler gördü burası. Çok uzağa gitmeden bakıyorum, geçem Ekim’de geldiğimde hayatımda kimler vardı, kiminle Facebook’tan saatlerce mesajlaşıyordum, kimi özlüyordum, kime kızıyordum diye. Emre dışında hiç biri kalmamış neredeyse. Bu son altı aysa, 29 yılı düşünüyorum bir.

Sonra tekrar kafamı kaldırıyorum ve önüme bakıyorum. Deniz hafif dalgalı, tatlı bir rüzgar esiyor. 6 ay önce de böyleydi, 1 yıl önce de… 5 yıl, 10 yıl, çok yıl önce de. Manzaraya bakınca, zaman durmuş gibi geliyor sanki.

Zaman bir yanılsamaysa, ben burada yanılmak istiyorum. Bir de aklımı, kalbimi, kendimi yanıltabilsem.

29 Nisan 2014

80’lere Dönüş (Post PC #12, Mayıs 2014)


Bizim ergenlik dönemimizde, yani 80’ler dediğimiz zaman diliminde, haliyle internet filan yoktu. Müzik dinlemek için kaset ve pikap, haber okumak için gazete, ilgilendiğiniz konu üzerinde gündemi takip etmek için de dergi kullanırdınız. Artık ilgi alanınıza göre, bazıları hala yayın hayatına devam eden Blue Jean, Hey, Elele, Bilim ve Teknik gibi süreli yayınlar bizler için olmazsa olmazlar arasındaydı.

Teknolojik olarak PC sonrası bir dönemde olabiliriz ama
insan doğası hala PC öncesi dönemdeki davranışlarını
tekrar ediyor.
Furyayı kim başlattı tam olarak bilemiyorum ama o zamanın dergileri de bir ara test kavramına saplandılar. “Duran Duran gurubunun hangi üyesisin?”, “Hangi mevsimsin?” filan türü testleri bu dergilerin her birinde, haliyle içeriğine uygun olarak bulabiliyordunuz. Testi derginin üzerinde mürekkepli kalemle işaretleyerek sizin salim kafayla aynı testi yapmanıza engel olan kardeş ya da arkadaşımıza sevgilerimizi iletirdik hep.

Aradan 30 yıl geçti; o günlerle mukayese edecek olursanız bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Gerek müzik, gerek haber, gerekse de ilgi alanlarımızla ilgili her bir şey elektronikleşti; internetten edinilir oldu. Ama insanın huyu değişmemiş olsa gerek ki bu aralar gene test furyası başladı. “Hangi mitolojik yaratıksın?”, “Hangi Marvel kötü karakterisin?” ve hatta “Tarihin hangi dönemisin?” gibi web üzerinden tıklanarak yapılan testler bu ara ortalığı kasıp kavuruyor.

Tükenmez kalemle işaretlenmediği için iz bırakmayan, tek tıkla sonuçlarınızı sosyal medyadan cümle alemle paylaşabildiğimiz bu testlere bakınca, bir kez daha açıkça görüyorum ki, hangi devir olursa olsun insanoğlu aynı. Kullandığımız cihazlar, teknolojiler gelişiyor ama sonunda bambaşka şeylerle, bambaşka şekillerde aynı şeyleri yapıyoruz. İletişim kuruyoruz, kendimizi ifade ediyoruz, haber alıyoruz, müzik dinliyoruz, dans ediyoruz, oyun oynuyoruz… Seviyoruz, seviliyoruz, birbirimize kaprisler yapıyoruz, mektuplar yazıyoruz, kavga ediyoruz… Test çözüyoruz.

Sadece devirlere göre farklı ifade ediyoruz hayatı; cilalı taş, tunç çağı, PC sonrası diye.

Tabi, yaptığımız şeyler aynı olsa da, güne ve gündeme uygun hareket etmek de insanlığın gereklerinden. O yüzden elektronik aletler ve bilişim teknolojilerinde de eskimiş kalıpları bir kenara koyup güne ve geleceğe uygun yatırımlar ve yapılara geçmek lazım.

Eh, bu noktada da dergimizin WEB işletmenlerine çağrıda bulunuyorum. Lütfen günümüz modasına uyun ve “Hangi teknolojik dönemsin?”, “Hangi HWP kapağısın?”, “Hangi ekran kartısın?” vb. testleri web sitemizde hizmete sokun.

Ben geçen “Hangi HWP yazarısın?” testine girdim, Ersin Akman çıktım.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 12. sayısında yayınlanmıştır.

28 Nisan 2014

Tribute Albümleri Sevmiyorum

Geçen arkadaşların Facebook sayfalarından gördüm, Ronnie James Dio'ya saygı sunmak adına This Is Your Life diye bir tribute albüm çıkarmışlar. Ekip oldukça sağlam, Anthrax, Metallica, Rob Halford, Scorpions, Doro, Glenn Hughes filan (daha birsürü var da, yormayın beni, yukarıdaki Wikipedia linkinde var hepsi) baya bi ünlü metalci bir araya gelmiş.

Çaldıkları şarkılar da hep sevdiğimiz şeyler. Eh, hal böyle olunca Spotify'ı açıp bir dinlemek farz oldu.

Buyrun, siz de dinleyin This Is Your Life'ı.

Çalanların, söyleyenlerin ellerine, ağızlarına sağlık. Ama yine de bir gerçeği değiştirmediğini gördüm bunun; ben tribute albümleri sevmiyorum.

Nedeni çok basit; o sevdiğim şarkıyı bildiğim hali ile duymayı istiyorum. Tam beklediğim bi yerde gitar girmiyor, davul vurmuyor. Ses başka.

Yanlış hatırlamıyorsam Ritchie Blackmore ile yapılan bir röportajda konserlerde çok rahat sololar atmasına karşın stüdyoda neden bu kadar stresli olduğu ile ilgili bir soru sorulmuştu. Abinin cevabı hoşuma gitmişti. "Konserde attığım soloyu insanlar duyup geçecek; oysa stüdyoda çaldığım hali binlerce insanın kafasına kazınacak" gibi bir açıklaması vardır. Ha, işte o kafasına kazınan adamlardan birisi de benim. İlla orijinali olacak.

Konser kayıtlarına da benzer sebeple çok sıcak bakmam. Keza cover olayı da aynı kefede.

Bu tribute alerjime tek bir istisna vardır, o da A Tribute To ABBA'dır. Gene muhtelif metalci tayfasının bir araya gelerek ABBA şarkıları çaldıkları albümü sevebilme nedenim olarak adamların zaten orijinallerinden tamamı ile alakasız bir aranjman ile farklı bir tını ortaya çıkartmaları olduğunu düşünüyorum.

Maalesef A Tribute To ABBA yok Spotify'da.

Herkesin kendi zevki tabi; saygı duymak lazım. Ama ben klasik ezberciyim; bildiğimden şaşmayayım.

Buyrun, tam ben bunları yazarken fonda Spotify üzerinden açtığım Edguy'un Space Police - Defenders of The Crown albümünden Falco'nun Amadeus'u çalmaya başladı.Tarz farklı ya, bu hoşuma gidiyor işte.


09 Nisan 2014

Uykusuz Günler

Hayatımın uykusuz gecelerle dolu bir dönemi daha başladı. Uyuyamama sebebimi biliyorum; kendimce bir işe kalkıştım. İşin doğası gereği ağır ilerliyor, 3-4 ayı bulur neticelenmesi. Gündüzleri iş, güç derken geçiyor vakit. Akşam da televizyon, bilgisayar başı, hatta gene biraz iş şeklinde oyalayabiliyorum beyni. Ama yatağa kafayı koyunca tilkiler mesaiye başlıyor.

Resim temsilidir; bütün bu olanlar kafamda saç çıkartmadı.
Akşamları bir yudum alkol almak biraz rahatlatıyor gerçi. Ama onu da alışkanlık yapmasın diye inadına içmiyorum. Belki haftada bir.

Benzeri süreçlerden 2011 baharı ve 2012 yazında da geçmiştim. Biliyorum yaşayacaklarımı. Sadece kötü değil; olumlu yanları da var. Bir kere kilo vereceğim, o kesin. Şimdiden 90'ın altı gözüktü bile. Bir de son derece üretken olacağım. Beynin arka planda yoğun çalışması, rutin işlerde de daha randımanlı sonuçlara yol açıyor.

Yatakta yanımda bilgisayar; genel kültürüm artıyor. 2010'da Doctor Who 5 sezon birden hatmetmiştim. 2012 yazı History Channel'ın The Universe belgeselinin 8 sezonunu gördü. 2014 maceramda Through The Wormhole sezon 4 bitti; dün itibarı ile Curiosity'ye başladım. Kitapları saymıyorum bile.

Bu tür olayları tek yaşayanın ben olmadığımın farkındayım. Bir arkadaşımın da benzer bir süreçten geçişine şahit olmuştum. Elimden geldiğince destek olmaya çalışmıştım o zaman. İnsanın kendi kafasında çözmesi lazım bazı şeyleri gerçi ama yine de birilerinin desteğini hissetmek güzel olsa gerek. Kimsenin yapabileceği bir şey olduğundan değil de, işte... Çok şükür ki aile var. Hele ki Emre. Haftasonları beni bir nevi şarj ediyor; ondan aldığım güçle haftanın kalanını çıkartabiliyorum. Cuma akşamları tam tükeniyorum derken, Cumartesi sabahını kurtarıyor keratanın varlığı.

O zaman da söylemiştim arkadaşıma; hepsi bitecek. Üstüne de yıllar geçecek ve geriye dönüp baktığımızda "ben üstesinden geldim" demenin hazzını yaşayacağız. Bilincim bunu bana söylüyor ama... Yüreğim gümbür gümbür, içim kıpır kıpır, karnımda bir burkulma.

Hoşgeldin 2014 baharı.