29 Mayıs 2015

Elektrik Üretilmez, Tüketilir

Son yazdığım Nükleer Mevzular başlıklı yazım vesilesi ile pek çok dostumla farklı açılardan fikir paylaşma şansım oldu. Yazdıklarımı haklı ama rahatsız edici bulanlar çoğunlukta; ancak onlara da benim meslek gereği zaten bildiğim bazı şeyleri açıklamak durumunda kaldım. Aklımdayken buraya da dökmek istedim.

Elektrik enerjisi ile ilgili çoğu insanın bilmediği ya da fark etmediği bir gerçek vardır. Elektrik üretilmez, tüketilir!

Şimdi, elbette üretilmeyen bir şeyi tüketmek mümkün değil. Ancak elektrik işinin doğası üretilen enerjiye değil tüketilen enerjiye göre belirlenir.

Şöyle açıklayalım. Misal, kömür. Kabaca yılda 70 milyon ton kömür üretiyoruz. Pek güzel. Yaktığımızı yakarız; yakmadığımız depoda durur. Kara günler için rezerv tutarız depoda, acil bi durum olursa onları yakarız filan. Bisküviden giysiye çoğu arz talep dengesi üretim odaklı olduğu için bu yöntemi benimsemişizdir.

Tüketim talebine uygun kaynakların devreye alınması ve iletimi için gerekli
düzenlemelerin yapılması için SCADA dediğimiz basit bir mekanizma kullanılır.

Oysa elektrik öyle değildir. O an şebeke sizden ne talep ederse onu üretebiliyor olmanız gerekir. Daha önceden üretip de bir kenara koyma şansınız da yoktur; maalesef endüstriyel ölçekte akü, pil gibi bir teknoloji yok. O yüzden problem "ne kadar elektrik üretebiliyoruz" değil "ne kadar elektrik tüketim talebi var" şeklinde ele alınır. Anlık talebi karşılayamazsanız frekans düşer... Ve karanlıkta kalırsınız.

Problemin bu doğası, elektrik üretmekte kullanılan teknolojileri doğrudan etkiler.

En kolayı barajlardır. Sistemdeki anlık talep artışı gözlenerek barajlarda uygun sayıda türbine su aktaran kapaklar açılır. Baraj suyu depoladığı için bir nevi rezerviniz bile vardır.

Termikler daha zordur. Orada da kömür, doğalgaz vb. depolayabilirsiniz. Ancak santralın işlevsel hale gelmesi için yakıtı tutuşturacaksınız, su kaynayacak, buhar çıkacak da türbin döndürecek. Saatler sürdüğü için bu santralları sürekli "sıcak " tutmanız gerekir. "Suyu kaynat, oldu oldu, olmadı çay demleriz" yaklaşımı ile buralarda elektrik üretmeseniz de sürekli doğal yakıtları tüketirsiniz.

Nükleer santrallerde zaten doğası gereği santralin 7x24 çalışması gerekir. O yüzden son derece güvenilir enerji kaynaklarıdırlar; sabit bir üretimi garanti ederler.

Rüzgar en güvenilmez enerji kaynaklarından biridir. Ne zaman eser, ne şiddette eser; ancak tahmin edilebilir. Hiçbir güvenceniz yoktur.

Keza güneş de pek sağlam ayakkabı değildir. Bir kere gece enerji üretemezsiniz - ki elektriğe asıl ihtiyacınız olan zamandır. İkincisi bulutlar yoğunlaşıp önce yağmur sonra kara döndüğünde güneş santrallerinin randımanı düşer. Kışın aniden hava soğuyup da millet UFO'ları yaktığında güneş ortada yoktur. Hele bir de gece hava iyice soğuyup ampuller yandığında...

Aslında gündüz gelen ısıyı eriyik tuzu ısıtmak ve gece de buradan enerji
üretmeye devam etmek gibi bir durum da var ama, randıman çok iyi değil.

Bu nedenle rüzgar ve güneş enerjisi ile elektrik üretimine bel bağlayamazsınız. Bu santraller ancak destekleyici kaynaklar olarak rol alabilirler. Zaten üretim kapasitelerinin diğer alternatiflere oranla da küçük kaldığı başka bir gerçektir. Son olarak, ne güneş ne de rüzgar, doğaya o kadar da dost üretim kaynakları değillerdir.

Ben buraya rüzgarlısını koydum; pervanelere takılarak hakkın rahmetine kavuşmuş bir kızıl çaylak.
Çok benzeri manzaraları güneş panelinde yanmış hayvanat için de bulabilirsiniz.

Bahsi geçmişken, o UFO'lar elektrik üretim ve dağıtım mekanizmalarının kabusudur. Çok daha büyük güçlerden bahsetmemize rağmen endüstriyel kaynakların yılın hangi zamanı ne kadar elektrik çekeceği üç aşağı beş yukarı tahmin edilebilir. Ama ani bir soğuk ile millet prize ısıtıcı takmaya başladığında o anda o enerjyi üretip oraya iletebilme derdi bütün yüksek gerilimcileri gerer.

O yüzden hızlıca devreye alabileceğiniz, kaynağını depolayabileceğiniz elektrik üretim yöntemleri daha makbuldür. Hele ki enerjiyi ileteceğiniz yere de yakınlarsa.

Zaten bu nedenle memleketin dört bir yanına HES projesi konumlandırılmaktadır; dedik ya barajlar en kolay idare edilen elektrik kaynaklarıdır diye. HES'lerin inşasının doğaya verdiği zararı savunacak değilim, HES'lerden millet vurgun vuruyor vb.; onlar başka konular. İşe elektrik tüketim/üretim/iletim perspektifinden baktığınızda akla yatkın yatırımlardır. Hele ki büyük nehirlerin bulunduğu bölgeler ile yönetimsel endişeler var iken kendilerini daha da haklı bir konumda bulurlar.

Diyeceğim, tıpkı nükleer santrallerin inşa ediliş tarihleri ve yerlerinin tesadüf olmaması gibi her bir yana HES yapılıyor olması da tesadüf değil bence. İzlenen belirli bir enerji projesinin yansımaları.

Çevreyi kirleten, doğaya zarar veren, insanları ve doğayı tehdit eden unsurlara karşı ben de sıcak bakmıyorum. Ancak modern yaşamın bazı gerçekleri var. Şu satırları yazmam için gerekli enerjinin masamdan eksik de olmaması lazım.

05 Mayıs 2015

Nükleer Mevzular

Bu konuda yazmayayım diye çok gerdim kendimi ama dayanamayacağım.

Baştan söyleyeyim, hiçbir şekilde mevcut nükleer santral teknolojisinin hayranı değilim. Hatta atomu parçalayıp da çıkan enerjiden alt tarafı su kaynatıp türbin döndürerek elektrik enerjisi üretilmesini son derece ilkel buluyorum.

Ama...

Bugün Türkiye'nin en önemli elektrik üretim kaynakları Atatük, Karakaya ve Keban barajlarıdır. Tek başına Atatürk Barajı 8900 GWh yıllık üretim kapasitesine sahiptir. Buna 7350 GWh ile Karakaya ve  6000 GWh ile Keban'ı da ekleyin; kabaca 22500 GWh miktarında bir yıllık üretimden söz ediyorsunuz. GAP dahilindeki irili ufaklı diğer barajlarla beraber bölge kapasitesi 35000 GWh yıllık üretime yaklaşır.

Bahsi geçen 3 güzide santralımızın coğrafi konumları. Burada politika yapmak istemiyorum
ama bi Wikipedia'ya bakın bakalım, mesela Karakaya Barajı nerede yer alıyormuş.

Ülkemizde başkanlık ve eyalet sistemleri konuşulmaya başlandı. Doğrudur, yanlıştır, iyidir, kötüdür konularına girmek istemiyorum. Ama hani olur da... Bu konuşulanlar gerçekleşirse bahsi geçen tesisler güneydoğu eyaletlerinin sınırları içinde kalacak. Anadolu'nun diğer kısımlarının bu enerjiden ne şekilde yararlanabileceği, ne tür politikalar düzenlenileceği, bu politikalara ne kadar uyulup uyulmayacağı, yarın-öbürgün bu eyaletlerin bağımsızlık için referanduma gidip gitmeyecekleri tartışmalarının sonu gelmez. Ama neticede çok önemli miktarda enerji üreten kaynakların kontrolünün zayıflaması ile ilgili bir risk var.

Üstelik tek riske giren hidroelektrik kaynakları da değil. Başta doğalgaz olmak üzere termik santrallerimizde enerji üretmekte kullandığımız dış kaynaklı yakıtların aktarımı da aynı bölgeler üzerinden sağlanıyor şu anda.

Bu nedenle söz konusu senaryonun oluşması durumunda orta ve batı Anadolu'yu besleyecek alternatif enerji kaynakları gerekiyor.

Alternatif enerji deyince de akla güneş ve rüzgar geliyor. Pek güzel, Facebook'ta pek çok arkadaşım güneş enerjisi diye nükleer santrallere alternatif sunuyor. Fikir olarak gerçekten güzel tabi de. Bahis konusu bölgede yer alan barajlarımızın ürettiği enerjiyi üretmek için 16 km2 alana kurulu olan dünyanın en büyük güneş enerji tesisi Ivanpah Güneş Enerjisi Tesisi'nden sadece 35 adetçik inşa etmek gerekiyor.

Anti nükleer grubun sosyal ortamda paylaşmayı pek sevdiği İspanya'daki PS20 santralından
185 tanesi anca 1 Atatürk Barajı ediyor. Sinop santralı için kabaca 350 tane lazım. 
Yani, diyeceğim o ki, "GÜNEŞ ve RÜZGAR Bize Yeter" diye slogan atmakla bitmiyor o işler.

Bugün konuşulan Akkyu ve Sinop santralleri yukarıda bahsi geçen üretim kaynaklarının tamamını aşacak toplam enerji üretim kapasitesine sahip olacaklar. Sadece Sinop Atatürk Barajı'nın ürettiğinin iki katı üretim yapabilecek. Akkuyu'yu da katınca yukarıda bahsi geçen 35000 GWh yıllık üretimin kabaca %10 üstünde bir kapasite ortaya çıkacak.

Meraklısına, Türkiye Uranyum ve Thoryum rezervleri sıralamasında dünya 24.sü. 7300 ton işlenebilir rezervi bulunduğu tahmin ediliyor. Söz konusu yatakların 2'si Aydın'da, diğerleri Manisa, Uşak ve Yozgat'ta yer alıyor. Bulundukları tarihte üretim maliyeti dünya standartlarının altında olarak hesaplanmış ancak günümüz rakamları ile fizibilitesi düşük olduğu için üretimi yok. Dünyada en ucuz üretim maliyetine sahip ülkeler Kazakistan, Kanada ve Avustralya. Hani, "Uranyum'u nereden buluruz?" konusundaki durum da bu şekilde.

Akkuyu ve Sinop hep böyle yeşil kalabilecekler mi? Bir de ona inanabilsek.

Peki, bu santraller çalışırken yatağımda rahat uyuyabilecek miyim? Hayır. Ancak şu an için nükleer enerji santralına yatırım yapmak "mantıklı" bir hareket. İçime sinmemesi, kararın mantıklı olmadığı anlamına gelmiyor.

O yüzden en başta söylediğimi bir kez daha tekrar etmek istiyorum. Nükleer santral benim de ilk tercihim değil. Ama ülkemizin içinde bulunduğu sosyopolitik durumu göz önüne aldığınızda, çok da yanlış bir hamle olarak gözükmüyor bana.

Buraya kadar sıkılmadan okuduysanız daha sonra devam niteliğinde yazdığım Elektrik Üretilmez, Tüketilir yazısı da ilginizi çekebilir belki.

04 Mayıs 2015

Bir Dakika

Kazandığınızda bir dakika sevinin. Kaybettiğinizde bir dakika üzülün. Her iki durumda da üstüne bir dakika da düşünün. Olanlardan, olmayanlardan dersinizi çıkarın. Sonra da işinize bakın.

Hayat ne bir sevinçten, ne bir üzüntüden, ne de bir düşünden ibaret. Önünüzdeki bir dakikalara doğru yaşayın. Önünüzdeki bir dakikaları doğru yaşayın.

Zamanında, aslında pek de sevmediğim bir büyüğümden duyduğum bir ifadeyi aklımda kaldığı ve şu an yorumladığım hali ile paylaşmak istedim.

03 Mayıs 2015

“Nasıl yardımcı olabilirim?” (Bilişim Dergisi, Mayıs 2015)

8 Nisan 2015’te, Türkçe konuşan insanlar için yeni bir anlam daha kazandı bu soru. iOS 8.3 güncellemesi ile birlikte iPhone’umuzun tuşuna basılı tuttuğumuzda karşımıza çıkan Siri ekranı artık Türkçe olarak soruyordu bu soruyu. Sormakla da kalmıyor, Türkçe sorduğunuz sorulara yanıt veriyor, Türkçe verdiğiniz komutları uygulayabiliyor.

İngilizcesi 4 yılı aşkın bir süredir çalışmakta olan bu uygulamanın dilimize de uyarlanması tabi ki hoşumuza gitti. Ve ardından çok ciddi bir sınav başladı; artık “Türklerin Siri ile sınavı mı” diye ifade edersiniz yoksa “Siri’nin Türkler ile sınavı mı?”, onu söylemek zor. Ancak garibim, normalde akla hayale gelmeyecek sorularla karşı karşıya kaldı. Yine de Allah’tan ki belirli bir mizah anlayışı da eklenmişti; verdiği şirin yanıtlarla gönülleri fethetti.

Orijinali iOS 4 için AppStore’da satılan bir uygulama olan Siri, Apple tarafından 2010’da satın alınarak iPhone 4S’lerle birlikte lanse edilen iOS 5’in tümleşik bir bileşeni olarak yerini aldı. O gün bu gündür de aslında iOS cihazlarımızda var; var var olmasına da “Babamı ara” demek yerine “kol may ded” demeyi tercih etmiyoruz haliyle.

İsmin hikâyesi de eğlenceli; Siri’nin geliştiricilerinden Dag Kittlaus, bir kızı olacağı düşüncesi ile kızına koymayı düşündüğü Siri ismini projeye veriyor. Siri, Norveç dilinde bir bayan ismi olan Sigrid’in halk içinde söylenişi; bizdeki Mehmet/Memo olayı eşdeğeri. Sonuçta adamcağızın kızı değil de bir oğlu oluyor ama “güzel ve zafer getiren kadın” anlamına gelen Siri, Apple dünyasında yerini alıyor.

Siri’nin orijinal işlevi Google Maps, OpenTable gibi yaygın kullanılan iOS uygulamalarına ses ile komuta eden bir arayüz sağlamak. Ancak Apple bünyesine geçince ağırlık daha çok işletim sistemi ile standart gelen Apple uygulamaları ile etkileşim amaçlı kullanılıyor. En yaygın kullanan işlevler birisini aramak, takvime toplantı eklemek, e-postaları okumak gibi şeyler. Ancak hava durumunu öğrenmek, maç durumunu sormak gibi webden edinilebilecek bilgileri de Siri yardımı ile tuş kullanmadan yapmak mümkün.

Ancak bu şirinliğin bazı bedelleri de yok değil. Özellikle güvenlik çerçevesinden baktığınızda Siri çok ciddi bir tehdit oluşturuyor. Telefonunuz kilitliyken bile Siri’yi aktive edilebiliyorsunuz. Bu da demek ki istediğiniz kadar parmak izi vb. koyun “babamı ara” dediğinizde babanızın numarası çevriliyor.

Hatta doğru ifade ederseniz yurtdışı herhangi bir numarayı dahi arayabiliyorsunuz. Kilitli konumdaki telefonlardan takvimlere, e-postalara, belirli dokümanlara göz atmak mümkün. Telefonu uçak konumuna alarak telefonun Find My iPhone ile bulunmasını dahi önleyebilirsiniz. Kullanırken bu konuları da göz önünde bulundurun lütfen.

Benim eksik gördüğüm bir başka nokta da çoklu dil konusu. Hani, kızımız çok akıllı 16 farklı dili, lehçeleriyle 30 farklı şekilde konuşabiliyor diyeceğiz ama. Belirli bir anda bu seçeneklerden yalnızca bir tanesini aktif kullanabiliyor. Türkçe konumundayken İngilizce isimli bir şarkıyı çaldırmak kesinlikle imkânsız. E, artistlik yapıp İngilizce kullansanız da bu sefer “Atatürk Caddesi” dediğinizde dağılıyor arkadaş.

Başka ufak tefek detaylar da var elbette ama zaten kimse Siri’nin mükemmel olduğunu söylemiyor. Daha gelişecek çok alan var. Şimdilik Microsoft Cortana ve Google Now ile giriştiği yarışta önde gözükmekle beraber, bu işler belli olmaz; zamanında kaale almadığımız Internet Explorer’ın, Netscape’i silip atmışlığı var.

Siri’nin size nasıl yardımcı olacağını bulmak Siri ile aranızda zaman içinde gelişecek bir ilişki sonucunda netleşecek muhakkak. Ancak Siri ve diğer sesli asistan uygulamalarının bilişim teknolojileri ile etkileşimde yeni standartlardan biri haline geleceği şimdiden görülüyor.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Bilişim Dergisi'nin 176. sayısında yayınlanmıştır.

Hişşt..! Siri! (Post PC #24, Mayıs 2015)

Öyle yarım yamalak yerelleştirme olmaz; yaptın mı tam yapacaksın. O yüzden “Hey, Siri” yerine, Türkçe’de kullandığımız şekliyle “Hişşt, Siri” komutunun da etkinleştirilmesini öneriyorum.

Yıllardır iOS’ta olduğunu biliyorum da hiç kullanma ihtiyacı hissetmemiştim. Bizim Evren Bilgiç çok sever kullanmayı, daha Türkçe’si bile çıkmadan geçip karşıma “Kol may vayf” diyerek Yasemin’i aramışlığı çoktur. Bana ne mesaj vermek ister, tam olarak da çözebilmiş değilim; hani “bak teknoloji kullanıyorum sen kullanmıyorsun” mu demek istiyor yoksa “bak benim arayacak bi karım var senin yok” demek mi istiyor? Bir ara meseleyi görüşeceğim kendisiyle.

Eh tabi, Siri’ye Türkçe desteği gelmesi ile bu konudaki eksikliğim bir miktar azalmış oldu. Evli olmamama rağmen artık benim de iletişime çaba harcayacağım kadın sesli bir şeyim var. Belirli bir açıdan bakacak olursanız da gerçeğine çok yakın; söylediklerimi bazen yanlış anlıyor, beni dinlediğini sandığım anda dinlemediği oluyor, sorduğum sorulara alakasız cevaplar veriyor, ben birini ara diyorum o alakasız birini mi aramak istedin diyor... Hele bir de “yok bir şey” özelliği eklenirse, neredeyse gerçeğini aratmayacak.

Madem bu kadar muhabbetteyiz, nelerdenmiş, kimlerdenmiş bu Siri diye merak ettim. Siri, bir Norveç kadın ismi olan Sigrid’in halk arasında söylenişi; hani bizim Mehmet’e Memo dememiz gibi. Sigrid deyince aklıma ilk Sigrid Agren geliyor ama maalesef telefonda gördüğümüz suret ondan biraz farklı.
Sigrid ve Siri yanyana. Yorum yok.

Siri’nin geliştiricilerinden Dag Kittlaus’un doğacak kızına koymayı düşündüğü isimden geliyor ismin kökeni. Adamcağızın kızı değil, oğlu oluyor sonuçta ama Siri ismi yarattığı yazılım ile birlikte kızı olsa o kadar ününü duyuramayacağı bir insan kitlesine hitap ediyor.

Bir anlamda da iyi olmuş zaten; o kız çocuğunun doğup da bugün iOS’taki Siri’nin maruz kaldığı sorulara muhatap olması hiç te iyi olmazdı. Akıllı telefonu öncelikle aklının olduğu yer odaklı kullanan milletimiz Siri’yi de “Benimle evlenir misin?”, “Sevgilin var mı?”, “Kaç yaşındasın?” türü, burada sadece edeplilerini sayabileceğim sorularla sınadı derhal. Borç isteyenler, fıkra anlattıranlar, kısmetini soranlar, nefretini kusanlar, küfürler... Bakmayın siz Siri’nin sesinin öyle aksanlı çıktığına, aslında düzgün konuşacak ama kendisiyle yapılan amaçsız diyaloglardan başı dönmüş vaziyette. Vallahi, akıllı telefonu salak ettik; akıllı kızı da deli ederdik herhalde.

Bu yapay zeka içeren uygulamaların iyi yanlarından bir tanesi öğrenerek kendini kullanıcılara uyarlayabilmesi. Bir iki sürüm sonra çok daha iyi anlaşabileceğiz gibi geliyor Siri ile. Hatta erkek sürümünü de sabırsızlıkla bekliyorum geyik muhabbeti yapmak için. Ona “Koçum, iki çay kap” demek istiyorum; muhtemelen bayan olanı da “Hişt, bacım” deyince cevap vermeye de başlayacak o günlerde.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 24. sayısında yayınlanmıştır.

Kafadan Hesap (Dört Köşe #33, Mayıs 2015)

Muhtemelen siz de özenmişsinizdir kafadan hızla çarpma bölme yapan insanlara. Sizin bir kağıt ve kalem bulup, bir masa üzerinde yapacağınız işlemleri bir çırpıda söyleyiverirler. Tek eksikleri, hani “söz uçar yazı kalır” söyleminde olduğu gibi, sizin hesabı yaptığınız kağıt bir kenarda yazılı duru, onların söyledikleri uçar gider. Ama hoş, o anlık yaptığımız hesap kağıtlarının kaçını saklarız ki; o da başka mesele.

Bugün bilişim dünyasında da benzer bir özenti, bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. “In memory computing” adlı kavramı Türkçe’mize “Bellek İçinde Çalışma” diye çevirmek mümkün sanırım. Özellikle yoğun işlem gerektiren yatırım bankacılığı, canlı reklam uygulamaları, coğrafi bilişim, tıbbi görüntü işleme gibi bilişim uygulamalarında, bellek içi çalışan yazılımların katma değeri oldukça öne çıkıyor.

Bellek içi çalışma ile tam olarak neyin kast edildiğini biraz açalım. Elbette ki hali hazırdaki tüm uygulamalarımız bellekte çalışıyor, bunun konuşulacak bir yanı yok. Ve yine elbette ki bilişim sistemlerinin bellek kapasitesi arttıkça performanslarında da belirli artışlar görülüyor, bu da tamam. Silikon teknolojilerindeki gelişmeler ile bugünün sistemlerinde 512 GB, hatta hatta TB’lar seviyesinde bellek kapasiteleri de konuşuluyor. Ancak hala bu kapasitelerin üzerinde yoğun hesap yapacağınız veri setlerinin tamamını içlerine almaları mümkün değil. Zaten bu abartılı bellek kapasitelerine ulaşmak için ödenmesi gereken bedeller de yabana atılır cinsten değil.

İşte bu nedenlerle bellek içi çalışma kavramı “al bir bilgisayar, doldur içine RAM’i, hard diskten yükle hepsini hafıza, oradan çalış” diyerek kestirip atılamayan bir kavram. Kaba kuvvetle kaynak doldurmanın alternatifi olarak büyük veri setlerini bir bilgisayar kümesi içinde yer alan bilgisayarların belleklerinde dağıtık olarak tutarak paralel olarak işlemeye olanak sağlayan ara katman yazılımlar ile oluşturuluyor bellek içi çalışma mimarisi.

Eğer klasik veri işleme mimarinizi 2 ya da 3 kat hızlandırmak isterseniz, veri setlerinizi tuttuğunuz diskleri SSD mimarisine geçirebilirsiniz. Ancak bunun maliyeti ne olur; iyice bir tartmak lazım. Ancak işleri biraz(!) daha hızlandırmak isterseniz, bellek içi çalışma konusunu ciddi ciddi düşünmek lazım. Sunucularda kullanılan bellek birimleri geleneksel çalışmada veri setlerinin tutulduğu disk sistemlerine oranla kabaca 5000 kat daha hızlı. Buna bir de çoklu bilgisayarlarda paralel işlemenin gücünü kattığınızda, işler oldukça hızlanıyor. Hatta epey bi hızlanıyor.

Şöyle bir örnek verelim. Saniyede 1.000.000.000 (bir milyar) bankacılık işlemi yapan bir sistem kurmak isterseniz. Bellek içi çalışma mimarisi bunu sadece $25.000 civarında maliyeti olan ve toplam bellek kapasitesi 1 TB olan bir sunucu kümesi ile sağlayabiliyor. Bahsettiğimiz operasyonu Flash Bellek tabanlı bir depolama ünitesi ile yapmaya kalksanız, sadece depolama ünitesi için bahsi geçen meblağın en az 10 katını ödeyip toru topu 3 kat performans elde edebilirdiniz.

Veri madenciliği, kaynak yönetimi gibi büyük veri setleri ile uğraşan yazılım firmaları bellek içi çalışma kavramının gelişmesinde öncülük ediyorlar. Elbette ki standart yazılım lisanslarına ek bir bedel karşılığı; sanki biraz “o donanıma vereceğin paraları sen bize ver, bak biz seni nasıl uçuruyoruz” mesajı veriliyor. Ancak farklı uygulama alanlarını hedefleyen çözümler de piyasada görülmeye başladı. Kar amacı gütmeyen açık kaynak kodlu alternatifler de kullanılabilir olgunluğa erişmiş durumdalar.

Akla gelen bir soru, bellek içi çalışma mimarisinin disk teknolojilerine olan etkisinin ne olacağı. “Söz uçar yazı kalır” cümlesini bir kez daha düşünecek olursak, bahsi geçen veri setlerini saklamak için elbette ki disklere olan ihtiyaç bitmeyecek. Ancak tüm hesapları “kafadan” hızlıca yapabileceğimiz noktada artık disklerin performans diye yırtınmasının eskisi kadar bir anlamı olmayacak sanırım. Disk ve disk sistemi üreticilerinin de buna uygun stratejiler oluşturmaları muhtemel.

Etkin bir bilişim mimarisi oluşturmada bellek içi çalışma günümüz için göz ardı edilmemesi gereken bir mimari. Tüm sektörlerde veri merkezlerimizin bir de bu bakış açısıyla gözden geçirilmesi daha az kaynakla daha çok iş yapabilmemizi sağlayabilir.

Kim bilir, belki bu sayede bizler de bilişim maliyetlerimizi kafamızdan hesaplayabilecek derecede azaltabiliriz.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 153. sayısında yayınlanmıştır.

29 Nisan 2015

Dedemi Anarak (Hasretname; Otuzbeş Yıl)

Dedem. 39 yıl oldu kaybedeli. Allah rahmet eylesin. Çocukluğumdan hayal meyal tatlı bir anı benim için. İlk torun olmanın lüksü ile en çok keyfini çıkaran da benim muhakkak ki "kara dede"nin.

Tarih 17 Aralık 1969. Ahmet ve Murat Songür
Evinden, yurdundan sürülen, oralara hasretle geçen bir yaşamın insanı. Ahmet Songür. Geçenlerde bir vesile ile, otuzbeş yıl aradan sonra Bulgaristan sınırlarında kalan köyünü tekrar ziyarete gittiğinde yaşadığı hislerini döktüğü şiiri geçti elime. "Hacı İbrâm'ın oğlu Yusuf'un Ahmet" diye doğduğu yerlere olan özlemi.
Daktilo ile yazılı orijinal metni buraya aktarıyorum. Dedem de internet denilen bilgi topluluğunda birkaç bayt olarak yer alsın diye.

Uzun Yıllar hayal olarak yaşadığım bir hakikat âleminin sene-i devriyesi münasebetiyle:

HASRETNAME
OTUZBEŞ YIL

Otuz beş yıl sonra güzel Başkent Sofya’da hasret perdesi yırtıldı, doğdu pırıl pırıl
bir güneş,
O anda karşımıza dikildi Ahmet, Yakup ve Kâmil isimlerinde üç kardeş
O mutlu günümüzü saadet ve sevinç içinde geçirmekte oldular bana eş
Çok şükür kapını açtın bana OTUZ BEŞ YIL

Sabahın serin ve erken saatlerinde Sofya'dan çıktık yola
Sevinçten ve sururdan hiç bakmadık sağa sola
Eski Cuma Garında karşımıza çıkan ilk kula(1)
Ne kadar teşekkür etsek azdır OTUZ BEŞ YIL.

Güzel Osmanpazarı ve sevimli Karabaş köyün uzadıkça uzadı yolları,
Süratle otomobili süren şöförün bile yorulmuştu kolları
Tarihi büyük Höyüğün eteklerine toplanmış köyün sevimli çocukları
Sabırsızlıkla seni bekliyorlardı OTUZ BEŞ YIL.

Yüksek Höyük sanki yeşil bir çuha bürünmüş başını kaldırmış semaya
Yaşlı gözleriyle hazırlanmışlar sevgi ve muhabbetlerini edaya
Güzel ve yanık bir ses kelam ederek başladı nidaya(2)
Sana hoş geldin diyorlar OTUZ BEŞ YlL.

Doğup büyüdüğüm yeşil çayırlarında sekerek gezdiğim köyün adı Karabaş,
Bir anda karşımda buldum büyük küçük candan birçok kardaş
Hepsiyle o anda kucaklaştık sarmaş dolaş
Sana hoş geldin diyorlar OTUZ BEŞ YIL.

Ey Karabaş köyü tam otuzbeş yıldır hasrettim ben sana
Sıcak ve şefkatli sineni bir gonca gül gibi aç bana
Temiz havanı teneffüs etmeye geldim kana kana
Aç aç sıcak sineni bana OTUZBEŞ YIL.

Karabaş köyün güzel ve kahraman çocukları zalim felek ile buldunuz aramı
Tam Otuzbeş yıldır gözle görünmeyen, içten içe sızlayalı derin yaramı
Güler yüzleriniz ve sıcak alâkalarınızla sımsıkı sardınız şifa bulmaz yaramı
Artık sana iyi günler ey OTUZ BEŞ YIL.

28 Mayıs Büyük Tekeler'de kutlanan güzel festival, münevver Gerlova gençliğinin neş'e dolu bayramı,
Bu yolda çok büyük adımlar atılmış hızla yürümüş medeniyet kervanı
O güzel ve tatlı günleri seyretmeye doyamadım gizleyemem hayranımı
Seni candan tebrik ederim OTUZ BEŞ YIL.

Günlerden bir gündü sevgili kardeşim(3) ile gittik merhum Mehmet Babaya
Çok şükür felek bizi kavuşturdu kardeşlere, anaya, babaya
Ne yazık ki bir çokları Rahmet-i Rahman olmuşlar intizar ederler duaya
Aradıklarımın hepsini bulamadım OTUZ BEŞ YIL. 

Tatlı bir rüzgâr esti bizleri uçurdu yeşil köşkler boğazına güzel Şumnu'ya
Sürdü bizi Karadeniz kıyılarına güzel kokulu ve şirin Varna'ya
Bunlar bize ebedi hatıra kalacak daha kıyamete kadar anmaya
Seni temiz sinelerinde gezdiriyorlar OTUZ BEŞ YIL.

Uzun yıllar karanlıkta kapalı kalbimi fetih ettiniz açtınız.
Yanık bağrımı teselli için bütün gücünüz ve kuvvetinizle kaçtınız
Can-ı gönülden gelen sevgi ve muhabbetlerinizi etrafa saçtınız
Bunlar hep senin için değil mi OTUZ BEŞ YIL.

Yemyeşil çimen ve koyu gölgelerle bezenmiş Öküzçü alanına indik
Neş'e ve sevinçler içerisinde oynadık zıpladık tatlı tatlı yedik içtik
İlahi Ya rab o gün bizler ne mesut ve hem de ne bahtiyar idik
Ne tatlı günlerin varmış senin OTUZ BEŞ YIL.

Öküzçü alanı mini mini yavruların cıvıl cıvıl sesleriyle inledi
En büyüğümüz muhterem Ağabeyimiz(4) güzel sesiyle Yeşil Kurbağalar şarkısını söyledi
Topluluk içerisinde bağrı yanıklar bu şarkıyı canı gönülden dinledi
Bunlar hep seni teselli için değil mi OTUZ BEŞ YIL?

Köyümüzün sayın emektar başkanı (5) gür sesiyle Çastık Dağlarını çınlattı
Güzel şarkılarıyla bizleri güle güle katlattı çatlattı
Kardeşlerim bu mutlu hatırayı koskoca ahlat gövdesine perçin etti bağlattı
Ah, ah sen hiç unutulmayacaksın OTUZ BEŞ YIL.

Yeşil Büvet işte ben geldim aç kucağını derin sularına dalayım
Sekiz yaşında iken bacağıma açtığın büyük yaranın intikamını alayım
Artık müsaade ette yıllardan beri yanan yüreğimle serin sularında beş-on dakikacık kalayım
Sana bütün hakkımı helâl edeceğim OTUZ BEŞ YIL.

Uzun yıllar sonra Yeşil Büvetin derin suları yine coştu
İçinde gümbür gümbür yıkanmak ve yüzmek ne hoştu
Bu işin tahakkuku için sevimli bir kardeş(6) çok yoruldu ve koştu
Eski hatıraları canlandırıyorsun değil mi OTUZ BEŞ YIL?

Ey Gürleyek deresi yeşil suların şırıl şırıl akıp gider
Seni seyretmeye doymayan nemli gözler dalıp gider
Yaklaşan ayrılık günleri temiz yüreğimi yakıp gider
Yine kalbimde derin bir yara açmaya başladın OTUZ BEŞ YIL.

Ey Gürleyek deresi: tatlı ve berrak sularına bakmaya doyamadım
Rapor alıp ta günümü uzatmakta dostların sözüne uyamadım
Kardeşlerimin çok mert ve samimi alâkalarına hiçte kanamadım
Neden beni bu kadar sıktın OTUZ BEŞ YIL?

Bir akşam üzeri idi topluca tırmandık, çıktık yüksek bayıra
Bağdaş kurup oturduk halı gibi yemyeşil çayıra
Bu tatlı muhabbetler kalplerde kalacak ebedi bir hatıra
Nihayetsiz ufuklarını seyretmek ne tatlı imiş OTUZ BEŞ YIL.

Bağlar arası, Mezarlık altına gezmeye gittik topluca
Siyah ve kırmızı kiraz ikram etti bize tarihi ihtiyar ağaç sütlüce
Belki bunların hiçte kıymeti yoktur sizlerce
Onu bana sor bana OTUZ BEŞ YIL.

Neş’eli günler süratle geçiyor kalplere çökmeye başladı kara keder
Zalim felek durmuyor çarkını süratle çevirip gider
Bir daha sizleri görmeye gitmek nasip olursa eğer
Otuz gün değil doksan gün sende kalacağım OTUZ BEŞ YIL.

Zalim felek tam otuz beş yıl sana yalvardıktan sonra senden birkaç gün zaman aldım. Mutlu günlerle kardeşlerimin yanında ancak otuz gün kaldım.
Bu müddet içinde ilelebet unutulmayacak hatıralar aldım
Senin aşkınla böyle yaşayacağım OTUZ BEŞ YIL.

Artık hayal olmaya başladı geçen neşeli günlerin hatırası
Unutulur mu hiç yudum yudum içtiğimiz tatlı suların bir damlası
Vallahi tallahi unutmadım unutamayacağım yoktur bu işin şakası
Ne çare elimde değil gönlümden çıkmıyorsun OTUZ BEŞ YIL.

Günlerden bir sabah idi, kararmaya başladı Karabaş köyün aydın ufukları
Etrafımızı sarmıştı çocuğu çoluğu ihtiyarı genci sevimli çocukları
Güler yüzler solmuş elâ gözler yaşlı, çatılmış siyah kaşları
Seni yine tarihe gömmek için toplanmışlardı OTUZ BEŞ YIL.

Buruş gövdeli, kuru dallı tarihi ihtiyar karaağaç sevgilileri toplamış başına
Kadın erkek, ihtiyar genç insaf etmiyor bakmıyor feryadına gözyaşına
Bizi oracıkta hamur etti, karıştırdı hasretin sert ve çetin taşma
Yaşadığım otuz günü tekrar sana terke diyorum OTUZ BEŞ YIL.

Ey adı güzel Karabaş köyü otuz günde doyamadım ben sana
Temiz havanı teneffüs edip tatlı ve soğuk sularından içemedim kana kana
Bu yüzden ayrılıyorum senden ah, ah yana yana
Yine beni hasret çukuruna düşürdün değil mi OTUZ BEŞ YIL?

Yediden yetmişe selâm ve sevgiler sizlere ey muhterem Karabaş köylüler
Asaletiniz, cömertliğinizi ve mertliğinizi her yerde söylediler
Hani bir varmış bir yokmuş diye hikaye ederler
İşte o benim içinde yaşadığım OTUZ BEŞ YIL.

Ey Karabaş köyü sana benden kucak dolusu binlerce selâm
Sana hediye ediyorum gönlümden acizane birkaç kelâm
"Taşı ile, toprağı ile, insanı ile güzelsin ve şirinsin vesselâm”
Ölünceye kadar seni kalbimde böyle yaşatacağım OTUZ BEŞ YIL.

Bütün bunlara rağmen mesut ve bahtiyarım artık ölsem de gam yemem
Sizlerden ümidin fevkinde hüsnü kabul gördüm nasıl teşekkür edeceğimi bilemem
Yaşım elli sekiz ömrüm vefa edip te bir daha sizleri görmeye ya gelirim ya gelemem
Bana hakkını helâl et ey OTUZ BEŞ YIL. 

Ne mutludur bana bu yazılarımla unutulmayacak hatıraları dile getirebildimse
Yakından uzaktan ihtiyar ve genç biri çıkıp ta bana selam yok mu dese
Ey bu yazıyı okuyup ve dinleyen sizlere borç olsun selâm ve saygılarımı ulaştırın herkese
Büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperek hepinizi saygı ile selâmlar OTUZ BEŞ YIL.



Otuz beş yıl hasretini çektiğiniz
kardeşiniz AHMET SONGÜR


NOT : Bu şiirimde vezin ve kafiye aramadan
      tatlı hatıraları dile getirdim.


Şiirde bahsi gecen şahıslar:
(1) Velief
(2) Öğretmen Mehmet
(3) Yunus
(4) Molla Hüseyin oğlu Hüseyin Ağa,
(5) Muhtar Emin
(6) Velief




12 Nisan 2015

Yazamamak

Aylardır boşladım aslında yazı yazmayı. Telekom Dünyası'ndan Zehra, Hardware Plus'tan Ersin korkusu olmasa (hayır, Yıldıray'dan korkmuyorum, o benden korksun) 4 Köşe ve Post PC yazılarını da yazmayacağım. Köşe yazılarını yayınlayarak idare ediyoruz blogu.

Valla öyle değil.

Peki kafa duruyor mu? Yoook, başlayıp da sonu gelmemiş birkaç yazı da var aslında da. Kafa durmadığı için toparlanıp sona ediremedim bir türlü. Yoksa bakın, ahanda Yazılar klasörüm.


Şu İstanbul gidiş gelişleri esnasında geçen zamanı bu işe kanalize etmenin bir yolu olsa; ne süper olur aslında.

Hala buradan keyifli bir şeyler okuma ümidinde olan biriyseniz... Ümidinizi kesmeyin; ben de aynı ümit içerisindeyim.

5 Saniye İçinde… (Post PC #23, Nisan 2015)

Mesajlaşma işinin iyice suyu çıktı artık. Hayatımıza bir de “güvenli mesajlaşma” uygulamaları girdi.

Şu telefonla mesajlaşma olayını hem yoğun olarak kullanıyorum. Hem de sürekli saydırıyorum arkasından. Herkesin tercihine saygı duymak adetten tabi ki de, telefonda kaç tane mesajlaşma uygulaması oldu, vallahi ucunu kaçırdım. Herkes ayrı telden çalıyor.

Babam akıllı telefon kullanmaz, onunla SMS. Ersin’le yazışmamız Facebook Messenger’dan. Şirkettekilerle WhatsApp üzerinden yazışıyoruz; gurubumuz filan var orada. E, oğlan İstanbul’da onunla Skype üzerinden hem görüşüyor hem de gülücük atıyoruz birbirimize.

Bir de benim bir şansım var diyelim, tam biriyle WhatsApp’tan yazışıyorum, hop öbür kenardan SMS geliyor, onu cevaplarken öbüründen bişey yolluyor birisi; sinir olmam için gerekli ortam sağlanıyor.

Bu saydıklarımın derdi yetmezmiş gibi geçen bi arkadaş geldi ve “Abi” dedi “sende Telegram yok mu? A aaa…” Hadi bakalım o neymiş dedik; efendim güvenli mesajlaşma uygulamasıymış. Uçtan uca kriptolu gidiyormuş mesajlar; hatta zamanlayıcı koyuyormuşsun, belirli bir süre sonra kendisini imha ediyormuş o mesaj. Vay canına, hayatımız “Görevimiz Tehlike” olmuş da haberimiz yokmuş.

Çünkü neymiş efendim, WhatsApp’ı Facebook satın alınca WhatsApp’tan atılan mesajların güvenliği sorgulanır hale gelmiş. Öyle ya Facebook’un bu konuda biraz sicili mevcut.

Avrupa’da görev yapan Syldavia casuslarının konumları, Picaros gerillalarının uyuşturucu ticareti, Profesör Turnusol’ün gizli icatları konusunda sürekli mesajlaşan birisi olarak derhal ilgimi çekti bu konu. Hele ki Dr. Aki Ross ile yaşadığımız ilişkinin mesajlarının başkaları tarafından okunuyor olması fikri beni büsbütün çileden çıkarttı.

Ertesi günü bu deneyimimi paylaştığım başka bir arkadaşım “Telegram’ın güvenliği yeterli değil asıl Wickr var, daha da bi güvenli” deyince şalter attı. Daldım alemlere, bakalım neler var diye.

Evet, Telegram açık kaynak kodu ve basit arayüzü ile yoğun tercih edilen bir güvenli mesajlaşma uygulaması. Uzun süredir WhatsApp’a en güçlü alternatif olarak görülüyor. Wickr ise daha janjanlı bir arayüz ve daha iddialı güvenlik özellikleri ile tercih edilen bir noktada. VaporChat daha taze fırından çıktı ama güvenli mesajlaşma algoritmalarına içerik denetimi ekleyerek farklı bir yere oynuyor. Kullanıcılar gönderdikleri mesajlardaki içeriklerin tamamının ya da bir kısmının kopyalanması vb. konularda da kısıt getirebiliyor. Gliph, Threema, Secret, Whisper, Snapchat gibi başka alternatifler de var.

Var da, tabi bu uygulamalara ne kadar güvenebilirsiniz, o bambaşka bir konu. Eğer mesajlaşmalarınız için paranoyaya kapıldıysanız, kodunu kendinizin yazmadığı hiçbir uygulamaya güvenmemeniz gerekir. Ne belli adamların “valla dinlemiyoruz” deyip de aslında çatır çatır her şeyi kaydetmedikleri?

Naçiz önerim, bu güvenli mesajlaşmadır filan, kullanın elbette de… Hani, ne yazışıyorsunuz da kim dinleyince ne olacak? Kasmayın.

Bu sayfa bu 5 saniye içinde kendini imha edecek. Ona göre.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 23. sayısında yayınlanmıştır.

WEB”de Bir Gezinti (Dört Köşe #32, Nisan 2015)

Tanıyanlar bilir; bilgisayarda program yazmaktan pek haz etmem. Aslında görsellik ile ilgili kısımlar beni sıkar; yoksa daha lise yıllarında Z80 işlemci için matris işlemleri yapan makine kodu yazmışlığım vardır da… O sonuçların ekrana “havalı” bir şekilde çıkartılması için atmam gereken taklalar beni yorar. Master tezimde geliştirdiğim programın fonksiyonel kısmını tekdönemde bitirmiş, iki dönem arayüz ile cebelleşmiştim. O zamanlarda görsel tasarım araçları olmadığından ekranları yok Pascal’mış, yetmedi C++’mış ile oturup siz oluşturuyordunuz.

Aynı yıllarda tanıştığım web sayfası kavramını sevmemin altında bu görselleştirme işini çok basite indirgemiş olması yatar. Özel bir HTML düzenleyicisi bile kullanmanıza gerek yoktur; “edit” ya da “vi” kullanarak gayet güzel içeriklere sahip sayfalar oluşturabiliyordunuz. Aynı sayfa GUI ortamındaysanız Netscape ile, metin tabanlı bir konsoldaysanız da “lynx” kullanarak gayetle keyifle okunuyordu.

Elbette ilk başlarda WEB ortamında sunulan içerik bu kadar zengin değildi. Ancak işin standart olması hayatı çok kolaylaştırıyordu. Artık herkesin “html”ce ortak bir paylaşım dili bulduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.

Ancak web teknolojilerindeki gelişmeler o görüşümü haksız çıkardı. Önce Java diye bir şey girdi web hayatımıza. Çok atraksiyonlu sayfalar yapılıyordu da, o herkesin ortak paylaştığı sade dil gene programcıların hakim olduğu alana doğru kaymıştı artık.

Ardından Flash, Shockwave, ActiveX gibi etkileşim eklentileri geldi ve işin tüm esprisi kaçtı. Artık bir WEB sayfasını düzgün görmeniz için yapmanız gereken bir dizi ödev vardı. Tarayıcınız şu olacak, üstüne feşmekanca eklenti yüklenecek… Tasarımcı sizde olmayan bir tarayıcı için, hadi git bakalım bir de onu yükle bilgisayarına. Ayrıca bu bahsi geçenlerin de kendi sürüm dertleri var; o sayfa eklentinin şu sürümü ile doğru görünüyormuş da, öbür sayfa başka sürümünü istermiş. E, ikisi de aynı makinede çalışmıyor.

“Bu sayfa en iyi xxxx tarayıcısı ile görüntülenmektedir” ifadesinden oldum olası nefret etmişimdir o yüzden. Ne demek yani, ortak bir yazılım dili ile özgürce bilge paylaşımı vaat eden sistemin geldiği hale bak.

Bir de tarayıcı seçimi konusu var. İlk zamanlar Netscape’den başka bir şey bilmezken bir anda ortalık Internet Explorer egemenliğine geçti. İnanması zor ancak Internet Explorer’a dönüşün altında yatan temel etkenlerden bir tanesi daha hızlı olması idi. Ancak daha hızlısı Opera’ydı ki, aynı zamanda çoklu pencere kavramını ilk ortaya koyan tarayıcıdır.

Internet Explorer’ın yavaşlığına cevap olarak çıkan Firefox, Google’ın bu işte ben de varım dediği Chrome tarayıcıları modern tarayıcı savaşının ana oyuncuları oldular; üstelik çoklu işletim sistemi desteği ile. Çoklu sekme bu tarayıcılarla standart haline geldi. Yine de hala tam bir oturmuşluk söz konusu değil. Flash, Java vb. çoğu eklenti platform ve tarayıcı kombinasyonu seçiyor.

Tabi, bir de işin mobil tarayıcı bacağı var. Özellikle cep telefonları için sayfaların görünümünü farklı ayarlamak bir sorun. Mobillerde de bir sürü eklenti desteklenmiyor.

Bu noktada imdada HTML5 yetişiyor. Eklenti vb.ye gerek kalmadan tüm platformlar için modern içerik sağlayabilen tek bir dil olma iddiasında. Hala farklı tarayıcıların HTML5 algısı biraz farklı olsa da, şimdilik üzerinde mutabık kalınan yeni bir “tek” standart oluşmuş gibi.

Odağın oturması ile birlikte yeni nesil bir tarayıcı kuşağı geliyor. Midori, Vivaldi gibi projeler üzerine kurumsal ağırlık çöken Internet Explorer, Chrome gibi tarayıcılara alternatif olarak çıktılar. Bu gençlik havasından faydalanmak isteyen Microsoft da Internet Explorer’ı bitirip Project Spartan kod adlı tarayıcı ile karşımızda olacak önümüzdeki günlerde.

Anlayacağınız, webde gezinti yapmak için hala bir takım detayları değerlendirip tercihler yapmak durumundasınız. Adına “seçme özgürlüğü” deniyor ama flash içerikli siteleri rahat rahat gezmek için linux’u seçemiyorsunuz işte; resmi olarak desteklenmiyor. Şöyle bir arkanıza yaslanıp hiç dert etmeden webde gezemeyeceğinizi web tarihinde yaptığımız gezinti gösteriyor sanırım.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 152. sayısında yayınlanmıştır.

11 Mart 2015

Bir “Büyük Veri” Yazısı Da Benden Olsun (Dört Köşe #31, Mart 2015)

Kulakları çınlasın, bugünlerde büyük bir sistem entegratörü firmada teknoloji gurubu lideri olan arkadaşımla sohbet ediyorduk 3 sene kadar önce. “Büyük Veri’nin geleceği konusunda ne düşünüyorsun?” diye sorduğumda “tabi dosyalar çok büyüdü artık, Blu-Ray diskler filan, dosya sistemleri bunlarla baş edemiyor” gibi bir cevap vermişti. Çok bozuntuya vermeyip geçmiştim; 2012 başları pek çok insan için İngilizce’si Big Data olan Büyük Veri kavramının yeni yeni duyulmaya başladığı zamanlardı.

Aslında Büyük Veri için bu tarz algıda olanların haklı da bir mazereti de var. Hangi firma Büyük Veri hakkında bir sunum yapmaya kalksa, ilk başta “efendim son 2 yılda bilmem kaç zettabayt veri üretildi; her gün şu kadar exabayt veri üretiliyor” gibi bir yansı üzerinden muhabbete başlıyor. E, gerisini dinlemezseniz de aklınızda kalan tek konu saklama büyüklüğü oluyor.

Elbette ki nicel büyüklük de Büyük Veri kavramını oluşturan niteliklerden bir tanesi. Ancak depolama alanının büyüklüğü üzerinden yapılan hesapların gözden kaçırdığı bir şey var. 1 dakikalık video verisi bundan 5 yıl önce standart çözünürlükte 5 MB tutuyorduysa bugün yüksek çözünürlüğün yaygınlaşması ile 25 MB tutuyor. Ama o veri hala 1 dakikalık video; işlev olarak içerdiği bilgi çok da farklı değil.


Veri Hacmi olarak saydığımız bu niteliğin yanı sıra Veri Çeşitliliği, Veri Hızı, Veri Değişkenliği, Veri Doğruluğu ve Veri Karmaşıklığı kavramları bir araya gelerek Büyük Veri’yi oluşturuyor. Yıllardır veri yönetiminde kullandığımız veritabanı sistemleri ile Büyük Veri’yi ayırt eden özellikler bunlar.

Düşününce bu saydığımız altı öğenin de varlığı bizi çok da şaşırtmıyor. Veri Hacmi’nin depolama kapasitesinden bahsettik; ancak tekil veri adedinin artışı ile ilgili neredeyse hiçbir bilgi yok. Bu da aslında biraz Veri Çeşitliliği’nden kaynaklanıyor. Özellikle Nesnelerin İnternet’i kavramının hayatımıza girmesi ile adının başında “akıllı” sıfatı taşıyan her cihaz, endüstri, sağlık vb. sektörlerde kullanılan özel amaçlı cihazlar, internet üzerinde veri üretme konusunda her biri sosyal medya canavarına dönüşmüş biz insanlara eşlik ediyor.

Üretilen verilerin hızı, Büyük Veri ile yapacağınız çalışmalara yön veriyor. Ancak bu kadar çok veri üreten olduğunda aynı obje için birbiri ile uymayan veriler olabiliyor. Veri Değişkenliği dediğimiz de bu zaten. Bir de üretilen verinin gerçekten ölçülen, gözlemlenen değerler olduğunun garanti edilmesi lazım. Veri Doğrulu’ğunun sağlanması yapılacak analizin doğruluğunda önemli bir faktör.

Elde edilen tüm bu verilerin depolanması, birbiriyle ilişkilendirilmesi gibi nizam-intizam işleri de Veri Karmaşıklığı yönetimi ile sağlanıyor.

Özellikle veri yönetimi üzerinde iş yapan teknoloji firmaları Büyük Veri kavramı ile ilgili yaptıkları pazarlama çalışmaları ile bu konuyla ilgili farkındalık ve pazar oluşturma çabasındalar. Çoğu kurumsal yapı da bu rüzgarla konuyla ilgili yatırım hazırlıkları yapıyor.

Yine de bazılarının kaçırdığı bir nokta var sanki. Büyük Veri kavramı da Sanallaştırma gibi bir şey aslında. Tek başına pek bir anlamı yok. “Herkes Büyük Veri projesi yapıyor, ben de yapayım” yaklaşımı ile yola çıkılan pek çok proje zaten kurum elinde bulunan mevcut veri yönetim sistemlerine farklı bağlantı noktalarından veri aktarmaktan öteye gidemiyor. Bu da zaten zor yönetilen kurumsal veri kaynaklarını iyice çorbaya çeviriyor.

Ancak adını koyduktan sonra da size verdiği gerçekten çok tatminkar Büyük Veri teknolojilerinin. Sayısız kaynaktan elde ettiğiniz veriler ile güvenliik, müşteri yönetimi, ürün yönetimi, karar destek uygulamaları gibi alanlarda kurumsal yapıların verimli adımlar atmasında önemli bir stratejik araç.

Aslında her proje ve teknoloji için söylemek de mümkün bunu, ancak Büyük Veri üzerinde de bıçağı doğru tutarsanız ekmek kesiyorsunuz. Yanlış tutarsanız, Allah korusun.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 151. sayısında yayınlanmıştır.

Her Şey Birbiriyle Bağlantılı... (Post PC #22, Mart 2015)

İş sadece PC’lerin yerini mobil cihazların almasının çok ötesine aslında. Internet’li aletlerin dünyasına girdik bile.

Bundan yaklaşık 1.5 yıl önce Yıldıray’dan bana Hardware Plus’ta bir köşe yazma teklifi geldiğinde şöyle bir düşündüğümü hatırlıyorum. Zaten o günlerde yazı yazdığım ve kurumsal bilişim ile ilgili deneyimlerimi paylaştığım bir dergi vardı. Açıkçası Hardware Plus’ın hitap ettiği kitleye de çok yakın hissetmiyordum kendimi. Oyun, donanım, cep telefonu filan… Aramın çok iyi olduğu şeyler değildir; daha önce de bahsettim bunlardan. Bir yanım “boş ver, teşekkür et gitsin” diyor, bir yanım da “işte sana kendinle mücadele edebileceğin bir fırsat” diye bastırıyordu. Yıllardır sahip olduğum disiplinler hakkında ahkam kesmek yerine farklı bir bilişim döneminin öykülerini yazmaya çalışmaya karar verdim. Neticede Post PC köşesi oluştu.

Herhangi bir konuya farklı bir biçimde bakmaya başlayınca aslında çoktandır var olan ama fark etmediğiniz şeyler olduğunu fark edebiliyorsunuz. Benim farklı bir şekilde algılamaya başladığım şeylerden birisi de internet oldu. 1993 yılından beri etkin bir şekilde içindeyim internetin. Sadece tüketici olarak da değil hem de; içerik üretme konusunda da fena değilimdir. Internet denilen şeyin sadece Google ile arama, mail alıp verme, kızlarla mesajlaşmadan ibaret olmadığı konusunda da çok sohbetim olmuştur.

Yine de oğlumun bir yolculuğumuz sırasında iPad’inden Club Penguin’e bağlanamadığı zaman sorduğu “baba, internet ne zaman gelecek?” sorusuna tam olarak hazır olmadığımı da itiraf edeceğim. Internetin yeni nesil için elektrik gibi vazgeçilmez bir kavram olduğu ortada.

Elektrik deyince ilk akla gelen ampul ve aydınlanma oluyor belki. Ama ısıtmadan soğutmaya, iletişim cihazları, kapı kilitleri, saatler, şunlar, bunlar derken her şeyin içine girdi elektrik. Hiç te yadırgamıyoruz.

İşte internet de böyle bir şey. Elektrik için saydığım metaların hepsinin internetlisi de çıktı aslında. Başına “akıllı” lafını koydunuz mu tamam. Buyurun size akıllı kombi, akıllı buzdolabı, akıllı turnike, akıllı saat…

Ve sadece bunlarla da sınırlı değil. Bugün boru hatlarında sızıntı olup olmadığını kontrol eden ve bu bilgiyi internet üzerinden ileten özel cihazlar var. Endoskopi yerine üzerindeki kablosuz kamera yardımı ile tüm sindirim sisteminin görüntüsünü elde eden hap gibi yutulan cihazlar da. İnsansız hava araçları, akıllı binalar derken artık kendi kendine internet üzerinden yürüyen bir sistem bulacağız.

Bu cihazların hepsine bir IP gerekecek. Onlara IPv6 vereceğiz. Bunların hepsi içerik üretecek. Onları da Büyük Veri ile değerlendireceğiz. Bu içerikleri yetkisiz kişiler ele geçirmek isteyecek. Onları da Siber Güvenlik ile koruyacağız.

Bulut Atlası’ndan alıntı ile, “Her şey birbiriyle bağlantılı”. Gerek kavramsal olarak… Gerekse de internet üzerinden. Hatta adına da “şeylerin interneti” deniyor; Internet of Things.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 22. sayısında yayınlanmıştır.

09 Şubat 2015

Nomophobia (Post PC #21, Şubat 2015)

Bu dergiyi okuduğunuza göre siz de benim gibi bir teknoloji düşkünüsünüz. Yazdıklarımın ne kadarı sizi de ilgilendiriyor; bir tartın bakalım.

Resimde gördüğünüz ürünün adı noPhone. 140 x 67 x 7.3 mm. boyutları var. 80 ila 100 gram arasında ağırlığı değişiyor. Su geçirmiyor, kırılmaz, hiçbir güncelleme gerektirmiyor. Pil ömrü diye bir şey yok, çünkü pille çalışmıyor. Aslında zaten çalışmıyor; çalışan bişey değil. Çünkü sadece akıllı cep telefonu görünümünde ve ağırlığında, plastik bir meret.

Şaka değil, kickstarter.com’da projelendirilen noPhone Kasım 2014 itibarı ile başarı ile fonlanarak üretime geçti. Şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde $12 fiyatı ile satılan noPhone’a yabana atılmayacak bir ilgi var.

Ürün illa ki cep telefonuna dokunma ihtiyacı duyanları teskin etmek için geliştirilmiş. Snoopy’deki Linus’un battaniyesi gibi, illa elim telefona değsin diyen tipler için. Böyle insanların sayısı mı? Hiç de az değil.

İngiltere’de yapılan bir araştırmanın sonucunda “NO MObile phone PHOBIA” şeklinde yazılan cep telefonu olmama korkusu ifadesinden türetilmiş bir hastalık tıp literatüründe yerini aldı. Araştırma diyor ki, cep telefonu kullanıcılarının %53’ü cep telefonlarının yanlarında olmaması, çekmemesi, telefonun pilinin bitmesi düşünceleri ile endişe yaşıyorlarmış. Araştırmanın yapıldığı 2010 yılında daha iPhone 5’lerin çıkmadığını düşünürseniz şu sıralar bu rakamın çok daha yukarılara çıktığını tahmin etmek mümkün.

İğne ve çuvaldız tartışmasına gerek yok; ben de alenen Nomofobikim. Allah kurtarsın.

Bunun bir başka türevi de Türkçe’mizde İBR (İnternet Bağımlılığı Rahatsızlığı) diye geçen hastalık. Orijinali 1995’te Internet Addiction Disorder (IAD) olarak espri olsun diye önerilen bu rahatsızlığın psikiyatri uzmanlarının hastalıkları sınıflandırdığı Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı’nda yer almamasına epey bir tepki gösterilmiş. IBR’nin bir zihinsel rahatsızlık olduğunu savunan gurup bunun İnternet’te Kumar Bağımlılığı, İnternet’te Borsa İşlemi Bağımlılığı, İnternet’te Oyun Bağımlılığı ve İnternet’te Sohbet Bağımlılığı şeklinde dört alt türevini de tanımlamış vaziyetteler.

Adları ve sınıflandırmaları benim derdim değil ama başta da dediğim gibi bir kendimizi tartmakta lazım. Ve tabi çevremizdekileri, ailemizi, çocuklarımızı. İlla bir hastalık tanımına girmesi gerekmiyor ama bu teknoloji olaylarının dozunu kaçırmamaya dikkat etmekte fayda var.

Meraklısına not: Benim Merkür yine geri gitmeye başladı. O da teknolojik aletlerin hastalığı, bir hatırlatmış olayım; yedek filan almayı unutmayın.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 21. sayısında yayınlanmıştır.

İçimizdeki O Canavar (Dört Köşe #30, Şubat 2015)

1980’li yılların sonlarında, ülkemizde her gün ortalama 20 kişinin canını kaybettiği trafik kazalarına karşı toplumu bilinçlendirmek için ortaya atıldı Trafik Canavarı kavramı. Hatırladığım kadarı ile ailesi ile araba kullanırken canavara dönüşen bir babanın canlandırıldığı biraz da korkunç bir video ile tanıtıma girmişti; o tarihlerde henüz 12 yaşında olan kızkardeşim televizyonda başladığında korkup içeri kaçardı.

Trafik canavarı dediğimiz aslında bizleriz. Yazılı kurallara uymuyoruz. Yol boşsa kırmızıda geçen, alkollü direksiyona oturan, radar yoksa hız sınırlarını umursamayan yabancı birileri değil. Tabi trafik canavarı videosunun döndüğü yıllarda Dallas dizisindeki otomobil telefonlarına bile “vay beee” diye baktığımız için gün gelince iletişimin de bir trafik canavarlığı olacağı aklımıza gelmiyordu. Oysa şimdi trafik kazalarının temel nedenlerinden birisi oldu cep telefonları. Kazaların neredeyse %25’inin sebebi telefonlar.

Ülkemizde 2001 yılından bu yana trafikte seyir halindeyken cep telefonu ile konuşmak yasak. Kulaklık ve kablosuz handsfree cihazlar ile konuşma serbestisi bile 2012 yılında yasallaştı. Bu yazıyı okuyanlar arasında 2001’den bu yana araç kullanırken cep telefonu ile hiç konuşmadığını iddia edecek kaç kişi çıkar acaba? İğne kendime…

Tabi bu yasanın tek delindiği yer konuşmak da değil. SMS’leşmek daha da beter. Hadi konuşurken en azından gözünüz yolda ve el sabit. Metin mesajı yazarken hem gözümüz hem de elimiz araç kullanmak dışında işlerle uğraşıyor.

Ve akıllı telefonların gelmesi ile artık sadece SMS de değil mevzu. WhatsApp’ı, Twitter’ı derken… Hele bir de e-postalar girince işin içine… Evinden çıkıp işine gidene kadar yolu görmeyenler var.

Ve bu görmezliğin de acı bedelleri var. Bu konuda en sağlam istatistik tutan Amerika Birleşik Devletleri bu konuyla ilgili akla zarar verecek rakamlar ortaya koymuş durumda. Sadece 2011’de ABD’de 1.3 milyon trafik kazasının cep telefonları ile ilişkili olduğu ortaya konulmuş. Bu kazalardaki ölü sayısı 4000’e yakın.

Bir mesaj yazarken ya da okumak için telefonunuza baktığınız ortalama süre 4.6 saniye olarak tespit edilmiş. Saate 90 km. hızla gidiyorsanız kaba hesap 120 metre yolu görmeden geçmişsiniz demek oluyor ki, fikir vermesi açısından bu mesafe bir futbol sahasının boyuna denk gelir. İlla alkol ile mukayese edecekseniz, mesaj yazarken araba kullanmak 100 promile, yani yasal alkol limitinin 2 katına eşdeğer bir etki yaratıyor insan üzerinde.

Yapılan istatistikler mesajlaşırken kaza yapma riskinin 23 kat arttığını söylüyor. Sadece telefonu almak için uzanmak bile kaza yapma ihtimalinizi 1.5 kat arttırıyor.

“Abi bu saatte kimse olmaz”, “benim bünyem sağlam” ya da “araba yola iyi basıyor” gibi ürettiğimiz bahanelerin çok benzerlerini bu mesajlaşma için de ürettik. “Cama doğru tutarak yazıyorum”, “ben bakmadan da yazabiliyorum”, “yazmıyor, sadece okuyorum” ya da “valla kırmızıda durunca bakıyorum maillere” gibi cümleler bu işin kaçamakları.

Bu konuda en çok ebeveynlerden gördükleri davranışları tekrar eden gençlerin canı yanıyor. Oturdukları yerde zaten birer mesaj canavarı olan yeni kuşak, ehliyeti yeni almanın tecrübesizliği ile direksiyon başında telefon ile de oynamaya başlayınca ortaya acıklı tablolar çıkıyor.

Kulaklık benzeri aksesuarların ucuzlaması ve yaygınlaşması ile araç kullanırken konuşma ile ilgili tehlikelerin bir miktar önüne geçilmiş durumda. Ancak direksiyon başında mesajlaşma konusunda büyük bir bilinçlendirme çalışması yapılması gerekiyor. Gelişen iletişim teknolojilerinin getirdiği iletişim çeşitliliğinin 1980’lerde adını koyduğumuz Trafik Canavarı’nı beslememesi için başta gençler olmak üzere tüm sürücülerde bir farkındalık yaratmamız gerek.

Bütün bu yazdıklarımda, iğne kendime… Kendi iyiliğiniz için, çuvaldıza maruz kalmayanlardan olun.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 150. sayısında yayınlanmıştır.

04 Ocak 2015

Savaş Rüzgarları (Dört Köşe #29, Ocak 2015)

Edebiyat ve televizyon meraklıları bu başlığa Amerikalı yazar Herman Wouk’un romanından ya da ülkemizde de gösterilen aynı adlı televizyon dizisinden aşinadırlar. Savaş Rüzgarları’nda ön planda o dönemde yaşayan iki ailenin hikayesi anlatılsa da arka planda 1939’dan 1941’e kadar gerçekleşen ve İkinci Dünya Savaşı’na sebep olan tarihi ve politik olaylara değinilir.

O zamankinden çok farklı olsa da bugünlerde de başka bir tür savaş rüzgarı varlığını hissettiriyor. Aslına bakarsanız yıllardır hafif hafif esiyordu zaten ama Sony Pictures Entertainment’ın hacklenmesi olayı ile şiddetini yeniden hissettirdi.

24 Kasım sabahı Sony Pictures Entertainment çalışanlarının bilgisayarlarında üzerinde kurukafa şekli bulunan bir resim belirdi. Resmin üzerinde “#GOP tarafından hacklendi” ve “Uyarı: Sizi şimdiden uyarmış olalım ve bu sadece bir başlangıç… Gizli ve çok gizli bilgiler de dahil olmak üzere tüm kurumsal verinizi ele geçirdik.” mesajları yer alıyordu. Şirket yetkilileri tüm çalışanlarına hiçbir şekilde kurumsal ağa bağlanmamaları, cihazları üzerindeki kablosuz bağlantıları kapatmaları türü uyarılarda bulunmakla birlikte iş işten geçmişti. Saldırı ve ele geçirildiği iddia edilen veriler doğruydu. Üstüne üstlük saldırganlar kurumda bulunan orijinal verilerin tamamını silmişlerdi.

İlk önce dördü daha yayına girmemiş beş Sony filmi internete sızdırıldı. Ardından hem şirket içi gizli dokümanlar, hem de şirketin birlikte çalıştığı oyuncu ve diğer ünlülerle yaptığı yazışmalar gözler önüne serildi. Jessica Alba’nın otellerde kullandığı takma addan, Leonardo DiCaprio hakkında “alçak” ifadesi kullanılan e-postalar, oyuncuların filmlerden aldıkları ücretler, henüz çekimleri süren son Bond filmi Spectre’nin de dahil olduğu pek çok senaryo şimdiye kadar ifşa edilen değişik bilgiler arasında yer alıyor.

En sarsıcı olan ise söz konusu gurubun bir Sony filmi olan The Interwiev (Röportaj) ile ilgili yaptığı
tehdit oldu. “Uyarı: Filmin galası da dahil olmak üzere “Röportaj”ın gösterildiği yerlerde terörizmde eğlence arayanların ne kadar acı bir kadere mahkum olduklarını size açıkça göstereceğiz.” diye başlayan ve “11 Eylül 2001’i hatırlayın” ve “Kendinizi bu mekanlardan uzakta tutmanızı tavsiye ediyoruz” ifadelerini de içeren muhtıra sonucu Sony filmin galasını ve tüm diğer gösterimlerini iptal etti.

“The Interview” filmi Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’a suikast düzenlemekle görevlendirilen iki Amerika’lının matrak maceralarını anlatıyor. Gurubun bu filme odaklanması da söz konusu siber saldırının Kuzey Kore tarafından organize edildiği yönündeki şüpheleri güçlendiriyor. “FBI, bu saldırılardan Kuzey Kore hükümetinin sorumlu olduğu sonucuna varacak yeterli bilgilere sahip” açıklaması resmen yapıldı.

Böylece batı dünyası yıllardır kendisine farklı yollardan kafa tutan Kuzey Kore’ye karşı ciddi bir yenilgi yaşadığını itiraf etmiş oluyor.

Tabi “tencere dibin kara, seninki benden kara” misali, 2010’da İran nükleer santrallerini durduran Stuxnet saldırısının ardında da Amerika Birleşik Devletleri’nin olduğu konusunda hem kamuoyu hem de pek çok uzman hemfikir. Hindistan kasıtlı olmasa da kendisine de bulaştırarak sorun yaşattığı için Amerika’dan tazminat istiyor.


2007 yılında çıkan Bronz Asker heykeli krizinde de Rusya Estonya’ya karşı büyük bir siber saldırı düzenlemiş ve Estonya kurumlarına ciddi zarar vermişti. “Bilgi Çağı”nda, bilginin barındırıldığı ortam olan bilişim sistemlerinde büyük çaplı bir savaşın rüzgarları esiyor etrafımızda. İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da yaşanan ufak tefek çarpışmalar misali. Neyse ki bu çarpışmalar da şimdilik sanal; henüz bu savaşlarla ilgili doğrudan kan dökülmedi. Ama Sony’yi hackleyen gurubun uyarısı bu çarpışmaların fiziksel dünyaya geçmesinin an meselesi olduğunu hatırlatıyor. Çarpışmalarda bazen bir taraf galip gelir, bazen öbürü. Savaşı da kazanan bir taraf olur elbette ama her zaman zararı gören savaşa alet olan masumlardır. Umarım 21. yüzyılın siber savaşında tek zarar gören veriler, sistemler olur. Savaşsız, hastalıksız ve mutlu günler geçirmeniz dileklerim ile yeni yılınızı kutluyorum.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 149. sayısında yayınlanmıştır.

Harika bir yıldı! Bunun parçası olduğun için teşekk… (Post PC #20, Ocak 2015)

Okurum’un Geçen Yılı'na bir göz atınca...

“Sevgili Okurum. Siber savaş diye başladık. Bulutta depolamayı konuştuk. Silahlardan, arabalardan, internette moda olan testlerden bahsettik. Benim telefon rehberim, Merkür geri giderken yaşadıklarım konu oldu. Değişen restoran adab-ı muaşereti, iç çamaşırları, oyunlar derken Windows 10’a geldik. Yine siber bulaşkanlarla yılı kapattık. Ne güzeldi… Seneye görüşürüz” diye ben de bi Facebook çakması eziyet yapayım size.

Yapmayın Allah aşkına, bu kadar mı tek tipleşmeye itiyor bizi bu meret? Bir “Paylaş” düğmesi gördük mü, hemen basalım gitsin. Benim ki Facebook’ta kabaca 350 arkadaşım var, bana baygınlık geldi. 1000+ arkadaşı olanların yaşadığı eziyeti düşünmek bile istemiyorum.

Çok merak ediyorum, kaç kişi o meretin başında bir de “Özelleştir” düğmesi olduğunun farkında? Farkına varanların kaçı basıp da iki satır değişiklik yaptı? Her bir sorumun cevabının bir öncekinden misliyle az olduğunu garanti ederim.

Tembelleştik iyice. Tamam, bilişim teknolojileri, gittikçe akıllanan programlar, arayüzler vb. bizim için birçok şeyi daha kolay, daha basit hale getiriyor ama kendimiz olmayı da unutmamak lazım.

Sosyal paylaşım konusunda herkesin orijinal içerik üretmesini beklemiyorum tabi ki. Hani kendi çektiğimiz fotoğrafları filan saymıyorum da, böyle sanatsal albümler, dinamik sayfalar, capsler filan her babayiğidin harcı değil. Ya da eşdeğer içeriği de tekrardan üretmenin anlamı yok. Ama ne bileyim, paylaşırken kendinden de bir şeyler katmalıymış insan gibi geliyor bana. İki kelime yaz, birine bi laf at.

Bir de paylaştığın şeyler bir mesaj içeriyorsa, bir araştır bakalım, aslı astarı var mı? Kaç kere gördük “İngiltere Kral’ı Atatürk’ün elini öpmeye kalktı” diye alakası olmayan fotoğrafları. Rahmetli Nejat Uygur’u kaç kere öldürdük Twitter ve Facebook’ta; adam sonunda hakikaten öldüğünde kimse inanmadı.

Tanıyanlar biliyor, ben seviyorum sosyal medyada paylaşımda bulunmayı. Gerek yaşamımdan kesitler, gerek hoşuma giden içerikler, düşüncelerim, yazılarım filan. Herkesin paylaştığına da saygım var ama biraz daha özen, biraz daha kendini ifade olsun istiyorum işin içinde. Öylesi daha nezih, daha lezzetli geliyor bana. Yoksa tweet, retweet, nereye kadar?

Tıpkı sosyal medya sayfalarımız gibi kimi kaliteli, kimi sıradan, kimi neşeli, kimi üzücü nice içeriği barındırdı 2014 yılımız da. Bir seneyi daha yaşayabilmiş olmanın “Beğen”isi ile “Yorum”larımızı yazarak “Paylaş”alım 2014 anılarımızı sevdiklerimizle.

2015 daha da keyifli geçsin. #yeniylinizkutluolsun

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 20. sayısında yayınlanmıştır.