12 Ekim 2012

Dört Köşe'ye Devam

Telekom Dünyası dergimiz bu ay biraz geç girdi basıma ama yeni tasarımı ile pek de havalı oldu.

53. sayfada "Evden Eve Nakliyat" başlıklı ve WAN Optimizasyonu konulu ikinci Dört Köşe yazımı okumak isterseniz Telekom Dünyası'nın E-DERGİ'sine bakabilir ya da aşağıdaki fotoğrafa tıklayabilirsiniz.


Yazının HTML hali de bir iki güne kadar Yazarlar başlığının altında çıkar herhalde.

09 Ekim 2012

Artısıyla, Eksisiyle Bir PDF Hikayesi

Geçenlerde kullandığım dizüstü bilgisayar kafayı yedi. Ya da, bilişim camiasındakilerin anlayacağı dilde, formatlanası geldi aletin. Nedenini sorgulamıyorum, Allah birine ceza verecekse benim elime bilgisayar olarak düşürsün, yüklemedik program, mıncıklamadık ayar bırakmam; o yüzden büyük bir olay değil benim için.

E madem böyle bir yeniden olaya kalkıştım, bari şu Windows 8'in deneme sürümünü yükleyeyim dedim. Arayüz filan biraz farklı ama, nasılsa sınırlı sorumlu alışacağız bunu kullanmaya; bir yerden başlamak lazım. Neyse, kurduk muhteremi. Oldu olacak, Office 2013 Beta da yakışır yanına. 3 gündür Metro çalışmalarımız devam ediyor. Genel bir Windows 8 izlenimleri yazmayı planlıyorum ama, az önce olan bir olayı paylaşmazsam çatlarım.

Windows 8'de yeni gelen Metro arayüzlü uygulamalardan birisi Reader (Okuyucu). XPS ve PDF dosyalarını görüntüleyebiliyor. Çok iyi düşünülmüş. Yıllardır çıkan her Linux dağıtımında standart gelen PDF okuyucu olayına Microsoft da girmiş. Düşünsenize, PDF'leri okumak için Acrobat Reader ya da Foxit türü birşey yüklemenize gerek yok. Harika. Reader'ın ekran görüntüsünü görmek ister misiniz?

Çok havalı, di mi? (dalga geçmiyorum!)

Gördünüz, çok güzel; PDF de ayna gibi, siyah fonda filan. Ama, eski kafalılık işte, ağaç düşmanı ben tutup bunu yazıcıdan almak istedim. Efendim? Nerde? Yok?... Yok!

İnanamıyorum.

Ufak bir merak, Metro'lu uygulamaların hiçbirinde yok. Photos'da da yok, Mail'de de yok, Internet Explorer'da da yok. Niye?

Vardır bir hikmeti, bilen varsa söylesin lütfen. Ama benim bulabildiğim tek çıktı alma yolu, Desktop'a gitmek. E, konu PDF olunca da bi reader yükleyeceksin mecburen.

Düzeltme: Windows 8 Reader'dan ve bazı digger Metro uygulamalarından çıktı alabiliyormuşuz. Dosya ekranda açıkken mouse'u ekranın sağ üst köşesine götürünce, sağda çıkan görev çubuğundan Device altından istediğiniz yazıcıyı seçmek gerekiyor. Benimkisi Metro cahilliği. Onu da gösterelim de hak geçmesin. Teşekkürler Fatih Yüksektepe.)




Ama, hikayenin başka bir bacağı daha var, onu da atlamayalım.

Word 2013 Preview'i açıyorsunuz. Tıpkı bir Word dokümanı açar gibi arzu ettiğiniz PDF'in olduğu klasöre gidiyorsunuz.

Artık PDF Word için sıradan bir doküman. 

O da ne? Siz ek bir şey bile seçmeden, varsayılan "All Word Documents" seçiliyken bile PDF dosyanızı açacağını iddia ediyor Word 2013. Tıklayalım. Biraz beklemek lazım, çünkü illa ki Word'e çeviriyor; "yav arkadaşa bakıp çıkıcam" deme seçeneği sunulmamış.

Tamam, açıyor açmasına da öyle hemen değil.Bi anlayacağımız dile çevirelim. 

Önce salt-okunur açtığı yetmiyormuş gibi, "yok ben dosyayı bi kurcalıycam" deyip, "Enable Editing" seçerseniz, dokümanı alıp bir güzel de düzenlenebilir halde önünüze getiriyor. Buyrun.

Dokümanımız açıldı, ancak şakül biraz kayık. Olur o kadar.

Burada üzerinde çalıştığım biraz komplike bir doküman. Yine de başlıklar filan yakalanmış, doküman haritası çıkarılmış. Helal. Resimler ve kutular biraz kaymış yalnız. Düz bir metni son derece güzel açıyor; bir arkadaşın PDF dosyası olan özgeçmişini düzenlemek için kullandık; işimizi de gördü. Piyasada PDF'ten Word'e çeviririm diyen pek çok programdan daha başarılı buldum.

Ne çare ki, PDF'imi basamadım.

Övsem mi, sövsem mi; iyisi mi hiçbirisini yapmadan deneyimimi paylaşayım, sizin bir söyleyeceğiniz varsa buyrun.

06 Ekim 2012

Askerlik Anısı

Diyorum ya aklımda çok şey var diye. Var olanların bir kısmının var olduğunu bile unutmuşum. Geçen bir sohbette bunlardan bir tanesi, bir askerlik anısı, tesadüfen çıktı ortaya. Biraz üzerine düşününce, aslında benim için hala önemli bazı değerleri yansıttığını fark ettim. O yüzden paylaşıyorum.

Master, doktora derken ben askerliğimi 1999 yılında, 31 yaşında, yaptım. İzmir Bornova’da bir eğitim birliğiydik biz. O zamanlar 8 ay süren kısa dönem çavuşlardan biriydim. Eğitim çavuşu olmak bana gayet uygundu, sonuçta daha öncesinde 6 yıl sürmüş asistanlığımız var. Yazıhaneye tıkılmaktansa ağaçlar altında genç arkadaşlarla bir şeyler paylaşmak daha hoşuma gitti, o yüzden başlarda bilişim yüzümü hiç göstermedim.


Eğitim çavuşlarınız Serkan ve Murat. Kaderin cilvesi, sonradan Serkan'la "hısım" olduk.

Eğitim birliklerinin en sıkıntılı dönemlerinden bir tanesi dağıtım zamanıdır. Erlerin acemilikleri biter, gidecekleri birlikler Ankara’dan belirlenir, size de onları bu birliklere ulaştırmakla ilgili yapacak bir sürü kağıt işi düşer. Yol belgeleri, izin kağıtları düzenlenir.  O zamanlar internet kavramı pek bugünkü gibi değil tabi. Listeler disketle ve de basılı olarak gelir. Ona göre yazıhaneye aklı başında adamlar toplanılır, elle, yaz babam yaz.

Kışlaya otobüsler gelir, çocuklar bekler de bekler, son belge de hazırlanana kadar hiçbir otobüs hareket etmez çünkü. Gece 10:00 gibi ancak yola çıkarlardı; Allah'a emanet, kimi terörün göbeğine, kimi Anadolu'nun bağrına.

Bizim kışlaya bilgisayar pek uğramamıştı o zamanlar. Hani, bir PC vardı bir kenarda ama, kullananı bile yoktu doğru dürüst. Kışladaki ilk dağıtımı yaşayınca, benim rahatsız kafam dağıtım olayını, bu sevgili PC ile daha basite indirgeyebilir miyiz diye çalışmaya başladı.

Sonuçta diskette bir Excel tablosu olarak geldiğine göre liste, Word'de de bunu yazıcıdan matbu kağıtlara uygun şekilde çıkacak şekilde biçimlesek, bi mailmerge ayarı yapsak, gerisi yazıcının hızına kalacaktı. E, kabaca 60 - 70 kişilik bi batarya olduğumuzu düşünsek, taş çatlasa bir saatte biterdi iş.

Yazıhaneye bir inkjet yazıcı almak için batarya komutanına attığımız taklaları anlatmanın gereği yok. Ama inanın, bu işin bilgisayarla bu kadar basit yapılabildiğini anlatmak daha zor bir iş oldu. Sonuçta kendisine bir önceki dağıtımı bir kez de benim usulle yaptık; belki de hayatımdaki en kritik kavram ispat çalışmalarından birini yapmış oldum.

Ben, o yazıcı, o PC, arkadaşlar ve o yazıhane. Tam hatırlamıyorum ama, masanın üzerindeki kağıt bolluğuna bakarsak, sanırım kavram ispat çalışması zaferini kutluyoruz.

Ancak sonuç olumluydu. Komutanımızın tek dediği "bunu bu odadakilerden başka kimse bilmesin, buna tabur komutanı da dahil" oldu. Yüzünde muzipçe bir gülümseme vardı.

Dağıtım günü geldi. Ve gerçekten de biz bir saati bile bulmadan işimizi tamamlamıştık.

Tabur komutanı, herkesin arı gibi çalıştığı o gün bizim bataryanın yan gelip yattığını görünce önce bir güzel azarladı bizi. Tabi, bizim yüzbaşı durumu kendisine (havasını da atarak) anlattığında, konuyla ilgilendi. Ufak çaplı bir kavram ispat da kendisine yaptık.

Bizim düzenimiz o gün için çok bir işe yaramadı tabi. Neticede bizim çocukların işi bitmiş olsa da, gene kışladan ayrılmak için diğer bataryaları beklediler. Gene gecenin körünü buldular.

Ancak... Bir sonraki dağıtım, tabur komutanımızın da desteği ile tamamı ile bilgisayar üzerinden yapıldı. Öğle olmadan her şey bitmişti.

Daha sonrasını bilmiyorum. Biz terhis olduk. Sonra zaten yıllar içinde merkezi sistemler kuruldu, bizim yaptığımız iş tarihe gömüldü.

Yine de... Düşünüyorum da, bilişim kullanarak, çok kısıtlı sayıda da olsa, birtakım insanların hayatlarını kolaylaştırmışım. Belki de hiçbiri farkında bile değil içinde benim de olduğum bir çaba ile kendilerinden bir önceki döneme oranla daha rahat bir dağıtım yaşadıklarının. Olsun. Ben yapmışım. Yaptığım için de hala ufak bir mutluluk duyuyorum.

On üç sene sonra nereden aklına geldi derseniz... En başta bahsettiğim sohbette bana sordular, "Haziran'da işten ayrıldın, hala da tam netleştiremedin durumunu, ne yapmak istiyorsun?" diye. İşte orada, birdenbire hatıralarım arasından bu çıktı.

Evet, ben, bilişim sektöründe edindiğim deneyimlerim ile, insanların, kurumların hayatlarını kolaylaştıracak şeyler yapmak istiyorum. Bu deneyimlerimi kullanabileceğim bir noktada durmak istiyorum.

Bugüne kadar çalıştığım şirketlerde çalıştığım pek çok projede bu tür şeylere katkıda bulunma şansım oldu. Bundan sonrası da böyle devam etsin inşallah.

04 Ekim 2012

Bir Reklam Ve Düşündürdükleri

Türk Hava Yolları'nın Bu Gurur Hepimizin reklamı dün bütün TV kanallarında ve bizim alemlerde seyire sunuldu. Dünyada en fazla ülkeye uçan hava yolu olmuş THY, tebrik ediyoruz.


Reklamı ilk izlediğim andan itibaren müptelası oldum. Açıkça yazıyorum, çok güzel, çok beğendim ve beni çok duygulandırdı. Ek olarak da belirteyim, "...diir o benim milletimin..."e denk gelen gaydalı kısım, Ankara'da gayda kursu var mı konulu bir araştırmaya kadar itti beni (bulamadım ne yazık ki).

Ancak bu yazımda asıl paylaşmak istediğim konu, maalesef reklamdan sonra başlıyor

Hemen kafamda İstiklal Marşı'nı ticari bir reklamda kullanmak ne derece doğru diye tartmaya başladım. Şimdilerde pek takılmıyor ama, bize çocukluğumuzda  bayrağın çöpe atılmayacağı, yakılarak imha edileceği filan türü şeyler öğretmişlerdi. İstiklal Marşı da bayrak gibi milli bir değerimiz, hala duyduğumda ayağa kalkmamak için bir bilinç kullanmam gerekir; kendini tutamadığını bildiğim de çok tanıdığım var.

Sonra, "Kahraman ırkıma" kısmını çalan Asya kökenli gruptaki morlu arkadaşın "Korkma sönmez" ile başlayan vatandaş olup olmadığını merak ettim; evet aynı. E, o zaman bir sürü başka alternatif varken niye aynı adamı ve enstrümanı iki kere çıkarttılar diye takıldım.

Gayda ve gayda kursu kısmını anlattım zaten.

Ben tam reklamı seyrederken, Suriye'ye topçu ateşi ile karşılık verildiği haberi yayıldı. Savaş endişesi ile bu derece dolu olduğumuz bir günde, milli duygulara bu kadar hitap eden bir reklamın yayına konması nasıl bir tesadüftür diye düşündüm.

Daha da uzatabilirim de,  gerek yok.

Bu konularda kendimi hariç tutmak yerine, tam tersine kendim üzerinden gitmeyi tercih ediyorum. Yahu, altı üstü bir reklam işte, seyret, beğen, otur.

Olmaz, illa altında birşey aranacak, bi yamuk bulunacak, huzur diye birşey kalmayacak.

Hayatı ve onu oluşturan şeyleri sorgulamak gerektiğine ben de inanıyorum. Ama, dünya öyle bir hale geldi ki, sorgularımız sonuç bulamıyor. Bir karara varamıyoruz, içimizin içimizi yediğiyle kalıyoruz. Sonunda da, "amaaaan, neyse ne" diyor ve hiç sorgulamasak olacağımız noktaya geliyoruz.

11 Eylül 2001'i Usame bin Ladin mi örgütledi, yoksa süper güçlerin işi mi, yoksa yoksa o süper güçler bu iş için Usame bin Ladin'i mi kullandı? İkiz kuleler gerçekten uçakların çarpması ile mi yıkıldı, yoksa başka düzenekler mi vardı? Turgut Özal eceli ile mi öldü, öldürüldü mü? Ergenekon, Balyoz gerçekten var mı, yoksa suni üretilmiş senaryolar mı?

Hepsi için, olası her yönde o kadar çok belge ve bilgi var ki. Günün sonunda, hiçbirine inanmıyoruz.

Yukarıda saydıklarımdan, gayda kursu dışında hiçbirine cevap bulamadım.

Başkalarını bilemeyeceğim ama bu inanamama olayı beni rahatsız ediyor.

Ben doğruyu bilmek istiyorum. Bir şey bilip bu bildiğimin doğru olduğuna inanmak istiyorum; ha sonradan bildiğim yanlış çıkar, öğrenir, asıl doğrusunu bilir olurum.

Ama derdim şu, bilemiyorum. İnanamıyorum.

Boşvermeyi de kendime yediremiyorum.

Öyle olunca da, böyle güzel bir reklam bile verdiği keyfin yanında bir sürü de abuk sabuk düşünce dolduruyor kafama.

Bir ben miyim bu kadar dert eden; onu da bilemiyorum.


Alakasız Ek:

Dert derken, Hacettepe Bilgisayar'dan, Beytepe'deki rock camiasından, eski işyerim DataSel'den, Ankara bilişim camiasından arkadaşımız Erdoğan Yılmaz'ın vefat haberi geldi. Allah rahmet eylesin.