18 Temmuz 2012

Bulut Bilişim Sistem Entegratörlerini Nereye Götürüyor? (en azından kamuyla iş yapanları)

Adına Bulut Bilişim deyin ya da demeyin ama kurumsal yapılarda tümleşik veri merkezlerine doğru bir geçiş olduğu bir gerçek. Baktığınızda teknoloji de kurumları bu yöne doğru sürüklüyor.

Atatürk "İstikbal göklerdedir" derken uçaktan başka bir şeyi kastetmiş olabilir mi?

Bugün $10.000 mertebesine satın alabileceğiniz bir sunucu, 2000 yılında tüm Türkiye’nin nüfus kayıtlarının tutulduğu sunucudan daha yüksek performans verebiliyor. Tabi ki o günden bu güne bu sunucular üzerinde çalışan veritabanı sistemleri, uygulamalar da çok değişti; onlar da daha yüksek performans talep ediyor da, vurgulamak istediğim nokta günümüz sunucu sistemlerinin artık tek bir iş yükü için adanamayacağı kadar güçlü olduğu yönünde.

Bu muhabbetin bizi sanallaştırma ile sunucular üzerinde kaynak havuzları oluşturulan mimariler kullanılmasının faydasından bahsetmeye götüreceğini de tahmin edersiniz. Doğru. Hatta bu havuzların otomatik atanması, self servis portaller, vb.

Depolama konusunda merkezi yönetilen, birbiri ile yedekli depolama sistemleri. Yıllardır kurumlara faydalarını anlatıyoruz.

Buna bir de WEB tabanlı uygulamalar ve servisler ekleyip alt alta topladığınızda zaten kaba hatları ile bulutlara ulaştınız demektir.

Ben 1996’dan beri Ankara’da, Kamu kurumlarına bilişim çözümleri oluşturmaya çalışıyorum. Kamu dinamikleri biraz farklıdır; daha geç ama daha sağlam hareket eder kamu kurumları. Vatandaşa hizmetin kesintisiz olması çoğu zaman maliyet endişesinden daha öne çıkar. Ve, gizliliğe çok önem verirler. Bu tür endişelerle, bu bulut kavramına da “hele bir bakalım” şeklinde yaklaşıldı şimdiye kadar. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, adına bulut demeseler de, yukarıda bahsettiğim teknolojilerin hemen hepsine de yatırım yapıldı. Yani teknoloji hazır, karar verip geçmesi kaldı.

Tipik bir bakanlığın yapısını sizlerle paylaşayım. Daha doğrusu bilişim ile muhatap olan yapısını. Aslında belki de bir holding şirketinden çok farklı değil belki ama, öncelikle bakanlığın bir kendi bilgi işlem dairesi oluyor. Bakanlığın merkez teşkilatı ile ilgili projeler buralardan yürüyor. Bakanlığa bağlı Genel Müdür’lükler var. Genel müdürlükler bilişim yoğun hizmetler vermiyorsa genelde bakanlık bilgi işlem birimi üzerinden bilişim taleplerini tedarik ediyorlar. Ancak bilişim ile yoğun hizmetler veren genel müdürlüklerin çoğunlukla kendilerine ait özerk bir bilgi işlem birimleri bulunuyor. Bu yapı, bir alt seviyeye de yansıyor. Genel müdürlüklere bağlı Daire Başkanlık’larından bazıları da gizlilik, yoğunluk gibi dinamiklerle kendi bilgi işlem birimlerini oluşturabiliyorlar.

Bir bakanlığın tam olarak nasıl yapılandığını görmek isterseniz, Devlet Teşkilatı Veritabanı diye bir hizmeti var Başbakanlık’ın. Çok faydalıdır, bir göz atın derim.

Bizler, Ankara’lı sistem entegratörleri  Ankara’da bu hiyeraşiyi bilip buna uygun satış planları yaptık şimdiye kadar. (Teşbihte hata olmaz) Süt İşleri Bakanlığı, İnek Sütü Genel Müdürlüğü, Tam Yağlı Sütler Daire Başkanlığı’nın sanallaştırma projesini bir firma aldı. Bakanlığın Bilgi İşlem Daire başkanlığında öbür firma kablosuz ağ projesi tamamladı. Başka bir firma Koyun Sütleri Genel Müdürlüğü’nde yedekli merkezi depolama yapısı kurdu.

Tek tek küçük projelerle bakanlığı Bulut Bilişim teknolojileri ile donattık.

Ve haliyle biz sistem entegratörleri şirketlerimizi bu ölçekte satışlar ile işleyecek personelle, finansal yapılarla yürütür hale geldik.

Şimdi... Daha önce dediğim gibi, kamu biraz daha temkinli davranır bu konularda. Yakınlarda da olacağını düşünmüyorum ama... Süt İşleri Bakanı çıkıp “yeter kardeşim, 40 tane bilgisayar ihalesi, nedir bu, kurun adam gibi iki tane veri merkezi, güvenlik, sanallaştırma, web uygulamaları neyse yapın, benim bakanlığıma bağlı bütün kurumlar buralardan ne hizmeti alıyolarsa alsınlar” dese (bkz. Bulut Bilişim)...

Beni ciddi ciddi düşündürüyor.  Yapılamaz mı? Yapılır. Ama kim? Kaç sistem entegratöründe böyle bir yapıyı A’dan Z’ye oluşturabilecek personel var? Hadi, “kervanı yolda düzeriz” diye personel kısmını es geçip yola çıktınız. Kaç firma finansal boyutu daha önce yaptıklarının en az 10 katı olan böyle bir projeyi finanse edebilecek güçte? Projenin tamamlanması uygulamaları vb. ile en az 2 yıl sürer; siz entegratör olarak donanımların, yazılımların bedellerini üreticilere 60 - 90 gün (neyse) vadeyle ödeyip parasını 2 yıl sonra alacaksınız.

Benim bildiğim “sistem entegratörüyüm” diyen firmalar arasından bu işi kotarabilecek 2 firma çıkarsa çıkar. Çıkmayadabilir.

Ve konuştuğumuz kurum sadece Süt İşleri Bakanlığı. Ya tüm devletin bu yapıya geçmeye niyetlendiği zaman?

Bu işlere ağır ağır soyunanlar var aslında. Bizim telco operatörü olarak tanımaya alıştığımız firmalara bakın; hepsi kamuda bu konuyla ilgili bir hazırlık içerisindeler. Kamu kurumları Türkiye’nin 81 ilinde, kabaca 1000 ilçesinde hizmet verirler; hepsinin taşra (biz bilişimciler için remote branch office) yapılanması vardır. Buralarla iletişim kurulması olayı daha önce Türk Telekom’un tekelindeyken şimdi diğer operatörler de fiberleri, guruplarına bağlı ISP’leri, mobil hatları vb. ile kamuya geniş alan ağ çözümlerinde alternatif olma hevesindeler.

E, niye sadece iletişim altyapısı ile sınırlı kalınsın? İletişim kısmı, Süt İşleri Bakanlığı’nın mega projesinin sadece bir bileşeni. Veri merkezi oluşturma işini de kat buna. Bahsettiğim operatörlerin hepsi Tier bilmemkaç sertifikalı veri merkezleri oluşturma işine girdiler bile. Buyrun, bakanlığın talebine uygun bir çözüm. Finansman da sorun değil bu firmalar için, çok şükür böyle bir projeyi gerçekleştirebilecek güce sahipler.

Nüfusu 30 – 40, hadi bilemedin 100 kişi olan, çoğu bir alanda uzmanlaşımı firmalar düşünsün.

Ben böyle bir firmadan geliyorum. Ve de gerçekten düşünüyorum, ne yapılabilir diye?

Düşündüklerimi de başka bir yazıda paylaşacağım.

Zamanın Kısa Tarihi

Bir blog açıp da onun bunun hakkında ahkam kesmeye kalkan adamın biraz da kendisi hakkında yazmasının fena olmayacağını düşündüm. Umarım ki bu blogun en sıkıcı yazısı bu olacak.

Evet, başlık Stephen Hawking’den aşırma. Kendisi ve diğer meslektaşları 13.8 milyar yıllık bir tarihten bahsediyorlarsa da ben 1 Aralık 1968’den öncesini kaçırdım maalesef. Anne ve babamın anlattığına göre zaten o gün de doğmasaymışım zorla alacaklarmış beni; şimdinin aksine 1968’de varsayılan (şu “default”un da hala tam Türkçe’sini bulamadık) metod normal doğum, anormali sezaryenmiş. Beklenen tarihimi epey geçirdiğimi söylüyorlar. Bilsem zaten bir gün önce ya da sonra doğardım, daha sonra tuttular 1 Aralık’ı dünya AIDS günü ilan ettiler. Yine de doğum günümü soranlara “boşverin ya, annem meşgul kadınmış, beni bi aralık doğurmuş” şeklinde geyik yapma fırsatı verdiği için doğum günümü severim.

  
İlk fotoğrafım ve 8-9 yaşındayken kızkardeşimle.

Ankara’da doğdum. O tarihlerde Kolej semtinde bir evde otururmuşuz; hayal meyal hatırlıyorum. Ama asıl çocukluğum Mebusevleri mahallesinde geçti. Anıttepe İlkokulu’na, ardından Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’ne gittim, 1986’da mezun oldum.

Sonra, toplamı 11 yıl sürecek Hacettepe Üniversitesi maceram başlar. Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Elektrik Mühendisi olarak mezun oldum. İlkokul ve lise için yukarıda kullandığım “gittim” eylemini biraz farklı gerçekleştirdim aslında; üniversiteye gitmesine gittim de bölüme pek uğramadım. Beytepe kampüsünde bulunan Feycan ve Fizcan adlı güzide iki kantin vaktimin çoğunun arkadaşlarla geçtiği mekanlar oldu. Buna rağmen sadece 1 yıl uzatma ile 1991’de mühendis diplomasını almayı başardım. Bu 5 yılda kazandığım bir sürü arkadaş 1 yıl uzattığıma misliyle değer.

 Üniversiteden mezun olurken, babam, kardeşim, annem ve Erol Dayım..

Herkesin “bakalım hangi bilgisayar firmasında başlayacak?” diye beklediği bir dönemde araştırma görevlisi olmak ve yüksek lisans yapmak için kendi bölümüme başvurdum ve kazandım. Bu kararımın altında ben öğrenciyken araştırma görevlisi olarak bizimle çok şey paylaşan ağabeylerimize duyduğum hayranlık yatar. Ben de iyi bir araştırma görevlisi olabildim mi? Bunu söylemek bana düşmez; bu satırları okuyanlar arasında benim zulmüme katlananlardan kimse varsa aşağıya yorum olarak yazsın lütfen. Benim asıl amacım araştırma görevliliği yapmaktı ama arada yüksek mühendis diplomamı da aldım, doktoraya başladım, yeterliliğimi verdim, tezimi tamamlamadan okulu bıraktım.


1993, Elektrik Makineleri Laboratuvarı, Şehsuvar ve Göktürk'le birlikte.

Birazdan sayacağım birkaç başka şeyin yanında bu bilgisayar denen meret hep hayatımda oldu benim. Topu topu 1 KB belleği olan Sinclair ZX81’den tutun da, Commodore 128, Amiga, PC diye ilerledi bu ilişki. Okulda da araştırma görevliliğinin yanı sıra bilgisayar labarotuvarının işletilmesi gibi işlerle de uğraşıyordum. Önce DOS, biraz Novell, Windows, o arada internet diye bişey icad oldu, www filan derken 1996 sonunda okuldan ayrılıp bilişim teknolojileri üzerinde kariyerimi devam ettirmeye karar verdim.

Bilişim hayatıma Biltam’da başladım. İngilizce presales lafının Türkçe’ye aktarılması olan Satış Destek Mühendisi olarak girdim sektöre. Adı değişse de hep teknik satış pozisyonlarında çalıştım. Çok detayını Linkedin’den görebilirsiniz; Biltam 1 yıl sürdü, 1.5 yıl DataSel, 8 ay Kara Kuvvetleri Komutanlığı, 5 yıl HP, 3 yıl Meteksan ve 2 yıl da Microsoft tecrübem var. Son 2.5 yıl biraz farklı…

4S'te bi hikaye anlatırken.

4S’te benim o güne kadar yaptığıma benzer işler yapan 8 kişiyle başlayıp yaklaşık 20 kişiye büyüttüğümüz bir ekibe liderlik etme şansı verildi bana. Hep kendi pozisyonum odaklı düşünmek yerine bir çok odağın uyum içinde faydalı hale getirilmesi konusunda kendimi geliştirdiğimi düşünüyorum bu rolde.

İş dışında, hobilerimden biri de bilişim. Ama ondan bile önce müzik gelir. İlkokul yıllarımda, her hafta harçlığımla 45’lik plak aldım. Gazoz, leblebi daha alt sıradaydı; Barış Manço, Ajda Pekkan, Füsun Önal, Erkin Koray… Hala babamın evinde durur o plaklar. Lise yıllarında 80’ler pop olayına, Modern Talking, Gazebo, Falco, Sandra, Pet Shop Boys’la bi uğradıktan sonra, Queen, Styx diyerek halen en favorim olan rock ve metal tarzına doğru geçişimi tamamladım. Accept, Judas Priest, Dio, Iron Maiden, Rainbow, Deep Purple, Helloween, Megadeth, Manowar, Alan Parsons Project, Pink Floyd… öyle şeyler işte. Ha ama, bi Jean-Michelle Jarre, Pink Martini, yeri gelsin Buddha Bar, hele ki Herbert von Karajan'ın Berliner Philharmoniker'inden Tchaikovsky, Bach, Strauss, Beethoven, iyi bir tenordan birkaç arya, bizim havalardan Kargo, Mor ve Ötesi; bunlara da hiiiç itirazım olmaz. Çalışırken, yemek yerken, arabada giderken falanken, filanken, hele ki yalnızsam hep birşeyler dinlemek isterim.

Ve de okumak. Ama tercihan gerçek dünyayla alakası olmayan şeyler. Asimov, Eddings, Tolkien, Poe, Lovecraft, George Martin, O. Henry, Sir Arthur Conan Doyle, Agatha Christe teyze, Ejderha Mızrağı, Arthur Clarke, Philip K. Dick eserleri ile dolu bir kitaplığım var. Aksiyon, polisiye ve gerilim de severim ama, iğrençliğe kaçmayın lütfen; Grangé’ı midem kaldırmıyor mesela.

Ha bir de Martin Mystère; ya da benim çocukluğumda yayınlandığı adıyla Atlantis. İlk sayısından itibaren mevcut; mega projelerimden birisi tamamını scan edip elektronik formata dökmek zaten. Tamam, Zagor, Kızılmaske, Mandrake, Red Kit, tenten, Asteriks filan da okuyorum da, Martin abinin yeri farklı. Asteriks deyince de 1973’te Kervan Yayınları’nda tadını aldığım ve Halit Kıvanç’ın çevirisi ile Türkçe’leşmiş Asteriks serisine olan özlemimi de dile getirmeden geçemeyeceğim. Hayır efendim, onların adları Hopdediks, Toptoriks, Dertsiziks’tir; yenilerini burada yazmaya bile tenezzül etmem.

Bu kadar bilim kurgu, fantazi okuyup da benzer çizgide sinema da takip etmemek ayıp. Star Wars, Indiana Jones, Çömlekçi Hayri, (Captain) Jack Sparrow, ilk zamanlar Spielberg’leri, Cristopher Nolan eserleri, Baba’lar, Bond’lar, Jason Bourne serisi, ayrı tel ama Notting Hill tarzı filmler sıkılmadan saatlerce seyredeceğim şeyler.

Dizi deseniz, tamam seyrettik bitti Lost, sonradan baydıysa da BattleStar Galactica (yenisi tabi), How I Met Your Mother (hayır, nasip olmadı, Friends’i seyretmedim), gene sonu baysa da Chuck, bi 2 tur daha sıkılmadan izlerim Coupling, Sherlock, Doctor Who gibi şeyler dizi portföyüm. Çocukluğumdan kalma 3 anı olan Robotech, Battlestar Galactica ve Space 1999’un da eBay’den DVD’lerini aldım; nadir bulunur, lazımsa haberim olsun.

Belgesel deliliğimi de unutmayalım. Through The Wormhole, The Universe, How Earth Made Us, Planet Earth, Earth: The Power Of The Planet, South Pacific gibi belgeselleri seyrederek bütün bir günü geçirebilirim.

Tabii ki Shrek, Incredibles, Toy Story, Ice Age, (kız filmi diyenle kavga ederim) Beauty And The Beast, Monsters Inc., Madagascar, Treasure Planet (harika bir uyarlama bence), Tangled, Cars… ekleyeceğiniz önerileriniz olursa seve seve izlerim. Çizgi filmleri bilerek sona sakladım. Çünkü bu aralar çok seyrediyorum. Bir nedeni var:


Bu Emre, o güzel neden. Oğlum. 7 Ocak 2009'dan bu yana hayatımdaki en önemli şey o. Baba olmak ve babalık yapmak dünyanın en güzel şeyi. Onun dışında kalan her şey detay.


Ailemle beraber Ankara Yaşamkent'te yaşıyorum. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirmek şu andaki temel hedefim. Bu süre içinde de gördüğüm, bildiğim, yapabildiğim şeylerle birilerine faydalı olabilirsem ne güzel.

Bildiklerimi ve aklımdan geçenleri paylaşmak için de bu blogu oluşturdum. İşe yarar umarım.

Susurluk Tostu

Dün otobüsle İstanbul'a gittim geldim. Akşam dönüşte mola yerinde bişeyler atıştırayım dedim. Şansımı Susurluk Tost ve Ayran Evi'nde denedim. Tost açısından biraz klasiğin dışına çıksa da Macar Salam ve Dana Jambonlu tostu ısmarladım kendime.


Gerçekten çok lezzetliydi. Dikkatimi çeken birkaç noktayı paylaşmadan geçemeyeceğim:
  1. Tost, gerçekten bu resimde görünenin neredeyse aynısıydı. Hani resimde öyle vernikli, pırıl pırıl görünüp de elinize aldığınızda "bu muymuş" dedirten cinsten değil.
  2. Tost ekmeği adamın midesine deve hamuru gibi oturmuyor.
  3. Kullanılan malzeme çok lezzetli.
  4. Tost özenle hazırlanmış, içindeki dünya malzemeye rağmen yerken dağılmıyor, köşesinden pörtlemiyor.
  5. Yanında içtiğim ayran ve üstüne ikram ettikleri demleme çay da çok lezzetli.
  6. Fiyatları ucuz diyemeyeceğim ama makul.
Denk gelirseniz denemenizi tavsiye ediyorum. Mehmet Yaşin'e de buradan selam olsun.

12 Temmuz 2012

Animasyon Filmler ve Müzik Kültürü

Anne-baba olanlarınız bilirler; olacaklar da elbet bilecekler, çocuklar belirli bir yaşa gelince saplantılı bir şekilde çizgi film izleme kültürü geliştiriyorlar. Tabi, kendi kendilerine değil. O çizgi filmlerle keyifli vakit geçirsinler diye onları tanıştıran da yine bizleriz. Ancak hesap edemediğimiz bir nokta oluyor; dünyayı onların algılaması ile bizim algılamamız çok farklı. Onlar için arka arkaya 3 defa aynı filmi seyretmek büyük bir keyifken sizi delirtme noktasına getirebiliyor. Hele ki bu filmi o hafta içinde 10 kez daha seyretmişseniz.


Beyefendi iPad’lerinde 3141. defa Karmakarışık (Tangled) izlerken.

Oğlum Emre ile biz de bu periyodu yaşayanlardanız. Kaçınılmaz olan bu durumdan zevk alma yollarından birisinin de film esnasında arkada çalan müzikler olduğunu fark ettim. Sonra düşününce de, fena da değil yahu, bayağı da iddialı parçalar var fonda.

Hal böyleyken sizlerle bu şarkılardan birkaçını paylaşayım istiyorum.

Arabalar (Cars), 2006

Kapayın gözlerinizi, McQueen de öyle yapıyor zaten. McQueen “ben hızım” diye konsantre oladursun, siz Sheryl Crow dinleyin.

Arabalar 2 (Cars 2), 2011

Arabalar filmlerinden birine Cars (Arabalar) grubunun süper şarkılarından biri olan You Might Think’in coverını koymak sadece tesadüf mü, yoksa ince bi espiri de var mı bilemedim ama Weezer çok güzel yorumlamış gerçekten.

Çizmeli Kedi (Puss In Boots), 2011

Orijinal soundtrack içinde bulunmuyor ama, filmin kapanışında tam credits geçmeden önce çalan ses, tarz çok tanıdık deyip duruyordum. Meğer Lady Gaga olurmuş kendisi.

Şrek 2 (Shrek 2), 2004

Peri anne yorumu bizim gençliğimizde Bonnie Tyler’dan dinlediğimizle fark gösterse de, fena da değil yani.

Kapanışta Eşek ve Çizmeli Kedi’den Livin La Vida Loca da harika

Karmakarışık (Tangled), 2010

Gene kapanış, ama cover filan değil, bu film için yapılmış. Orijinalinde Grace Potter seslendirmiş ama ben Türkçe’sinde çalan Sertab Erener’in sesinden paylaşmak istedim.


Rio (2011)

Filmin tüm müziklerini Sérgio Mendez yapmış zaten de, ben size bir klasiği paylaşayım.


02 Temmuz 2012

Başarının Sırrı: Düm Teke Düm Tek

Aslında eski konudur, konuyu benim hatırladığım kadarı ile ilk defa yazlıktan arkadaşım Gamze Güller ile 10 küsur sene önce konuşmuştuk. Ancak geçen gün şirkette bir sohbet esnasında Gökçe kızımızın Ne Yapardım şarkısı üzerinden tekrar gündeme geldi.


Şarkıyı severek dinliyoruz. Sadece Gökçe'den değil, 3.5 yaşındaki oğlum Emre'den de. Sizin hangisinden daha çok zevk alacağınızı bilemem; ben baba olarak Emre versiyonunu dinledikçe çok eğleniyorum. Emre'nin bile ezberlemiş olması şarkının ne kadar tuttuğunun göstergesi.

E, Gökçe'nin aynı albümdeki diğer hiti Tuttu Fırlattı'yı da çok sevdik. Beste ve söz yazarlarının ortak olmasının yanı sıra iki şarkının paylaştığı bir özellik daha var. Şimdi beş sekizlikmiş filan türü teknik detaya girmeyeceğim; bildiğiniz ramazan davulcusu ritmleri işte. Biri düm teke düm tek, öbürü düm te düm tek.

Bazen hızlı, bazen yavaş ama biraz arayın, bir zamanlar dilinize dolanmış şarkıların hepsinin içinden çıkartabilirsiniz. Çok da tesadüf değil bence. Sonuçta iyi kötü hepimizin bir yakınımızın düğününde filan çıkıp göbek atacak potansiyeli var; nüfusumuzun gen havuzu söz konusu ritmleri duyunca coşmaya uygun. Yıllardır Türk pop sektörüne beste tedarik eden kısıtlı sayıda insan da bunun bilincinde. Böyle olunca, ritm belli işte, üstüne tercihan çok komplike olmayan bir beste, dile dolanacak bir nakarat, arayı doldur ve... İşte albümün hit şarkısı. Ha, bi de şarkının baş tarafını cep telefonu melodisi olarak kullanılabilecek şekilde bir giriş ile süslersen o da cabası.

Aman yanlış anlaşılmasın; bestecilerimizi, müzisyenlerimizi küçümsüyor değilim. Hepsinin emeğine sağlık, kolay iş değil muhakkak. Yaptıkları iş sanat, kabul. Ama altında yatan dinamiklerden bir tanesi de bu sanki.

Şöyle bir bakalım, türk pop müziğinde popüler olmuş şarkıların pek çoğunu bu ortak paranteze alabiliriz sanki. Tarkan'dan Şımarık, Hande Yener'den Kırmızı, Gülşen'in Of Of, Serdar Ortaç'tan Dansöz, Hadise'den Stir Me Up, Sertab'dan Regarenk, Ajda Pekkan'dan Arada Sırada...

Milli davamız Eurovision da bundan nasibini almış baksanıza, Hadise alenen Düm Tek Tek diye şarkıyla gitti Eurovision'a. Manga'nın We Could Be The Same, bu senenin olaylısı Can Bonomo'dan Love Me Back. Hadi hepsinin üstüne 2003'te Eurovision birinciliğimizi getiren Every Way That I Can.

Var mı listeye eklemek isteyen?

01 Temmuz 2012

Sosyal Medya, Akıllı Cep Telefonları ve "Bu kimdi yahu?"

Aslında bilinç altımı ne zamandır meşgul ediyormuş da, geçenlerde gelen bir arama, olayı su yüzüne çıkarttı.

Bahis konusu arama olayına gelmeden biraz bilgi vereyim, ben cep telefonu olarak üzerinde Windows Phone 7.5 işlemi çalıştıran bir Samsung Omnia 7 kullanmaktayım.


Neden böyle "nadir" bir telefon kullandığımı antika adam olduğuma verin geçin de, anlatacağım konu Android de kullansanız, iPhone da kullansanız geçerli bir mevzu. Şimdi, sizin de göreceğiniz üzere benim tercihim ile sağ üst köşeye konmuş bir People Live Tile'ı mevcut (Windows Phone'da ve de artıkın Xbox ve Windows 8'de de kullanılan Metro arayüzündeki meretlerin adı Tile; yanar dönerli, dinamik, değişken olunca da Live Tile).


Dedim ya yanarlı dönerli diye; bu alanda benim hiçbir etkim olmadan, kafasına göre benim kontaktlarımın resimlerini döndürüyor telefon. Resimler nerden geliyor derseniz; tahmin edeceğiniz üzere arkadaş sadece Outlook kontaktlarını değil, Facebook, Twitter, Linkedin gibi sosyal medya sitelerinden de kontaktlarımı gösteriyor; hatta e-mail adresleri birbirini tutarsa linkliyor filan. Akıllı telefon vesselam.

Peki telefon çalınca ne yapıyor? E, o live tile'daki küçücük resmi tam ekran getiriyor ekrana, arayanın adı ve telefon numarası ile.

Gelelim en başta bahsettiğim aramaya. Şirkette biraz da kafa dağınıkken, ekranında aşağıdakine benzer bir görüntü ile çaldı telefon.


Genel için de öyle söylerler ama ben kendime özel konuşayım; bu tür bir görselde ben ilk önce resmi algılıyorum. O gün de öyle oldu ve ben direk ön plandaki hanımefendiye bakarak "Bu kim?" diye düşündüm. Sonradan yazılı isim bana arayanın sol arkada kalan arkadaşım olduğunu söyledi ama, ilk algım gerçekten de tanımadığım birinin beni aradığı yönündeydi.

En başta da dediğim gibi, bu arama bendeki "bu kimdi yahu?" merakının başlangıcı oldu. E tabi, kimsenin sosyal medyada resim olarak neyi koyacağına karışamazsınız. Ama söz konusu resimler benim telefondaki People alanında dönüyor, dolaşıyor. Tanıdıkların yanı sıra bazen bir bebek resmi, bir-iki kere iş vesilesiyle görüşüp Linkedin'de eklediğim birisinin 10 yıl önceki fotoğrafı, tatil fotoğrafları, Fenerbahçe bayrağı, bir köpek... Herkesin kendi yaratıcılığına kalmış.

Takıntılı olan benim kabul. Ve itiraf ediyorum, bazen tanıyamadığım bir resim görünce rehberi açıp kim olduğunu bulana kadar tarıyorum.

Aklıma da hain fikirler gelmiyor değil hani. Facebook resmi olarak şuh bir kadın resmi koyup arkadaşlarımın eşlerinin de telefonu görme şansı olan saatlerde arasam nasıl bir etki yaratır acaba? Koyulacak resim ve yaratacağı etkiler konusunu hayal gücünüze bırakıyorum.