08 Eylül 2014

Yaz Bitti!

Başlarken duyduğum heyecanı hatırlıyorum da, bittiği günkü hüznüm kadar yoğundu.

Zaten yaz mevsimini severim. Yok, eksik oldu, yaza bayılırım. Mavi gökyüzü, pırıl pırıl güneş, sıcak... Öyle bakmayın, evet, soğuk olacağına sıcak olsun. Gölgede kıpırdamadan dur (hele Ankara gibi kuru yerde) hiçbişey olmaz.

Sadece o kadar değil tabi. Rengarenk giysiler, sokakta insanlar cıvıl cıvıl. Şort ve de t-shirt, bitti, o kadar. Ne güzel.

Sadece o kadar da değil tabi. Emre! Canım oğlum! 15 Haziran - 15 Temmuz benle. Sonra, Şeker Bayramı'nda da benle. Ve hatta 1 Ağustos - 31 Ağustos gene benle.


Neler yapmadık ki? ODTÜ Vişnelik Yaz Kampı'na gitti ben işteyken. Ben hiç bu kadar eğlendiği bir yer bilmiyorum Emre'nin. Her sabah koşa koşa gittik, her akşam gülerek döndük. Akşamları yemekler, balıklar, etler, salatalar... Dut! Alabildiğimiz her akşam dut aldık.

Hafta sonları sitede havuz. Yaz Kampı'nda aldığı derslerin de desteği ile yüzüyoruz artık. Atlamanın zaten piriydik. O bambaşka bir keyif.

Bir hafta Alanya'ya herbişey dahil otele gittik. Orada da yüzmenin dibini gördük, dövme yaptırdık, Captain Jack Sparrow ve papağanı ile oynadık, maymun Mike ile fotoğraf çektirdik, Japon restoranında kendimizi suşiye vurduk. Denzi yatakları, dünya kupası, Messi forması... Açık büfenin Emre tarafından keşfi.

Ankara'ya dönüş ve gene keyifli günler. Lego ustası olduk; çeşit çeşit Lego'yu odada, salonda, balkonda, bulduğumuz her yerde yaptık.

Kesikköprü Barajı maceramız var arada. Can ve Cem Amca'ların (Donald Amca'nın yeğenleri değiller ne yazık ki) balık tutamayışlarına eğlendik gölün üzerinde motorla dolaşırken.

19 Temmuz Dünya Fenerbahçe'liler Günü'nü Fenerbahçe tesislerinde kutladık.

Şeker Bayramı'mız şeker gibiydi. Ailemizin Ankara'da kalanlarını ziyaret ettik. Ve tabi, sonrası havuz. Gezme. Bi daha havuz.

1 Ağustos'ta da kaptırdık dedemizin Çeşme'deki evine. 15 gün oradaydık. Kumlara gömüldük, derin denizde gerçekten yüzdük. Akülü araba, midye dolma, bahçe sulama, karadut şurubu, dolunay doğuşu, Dost Pide, Manzara Cafe... derken tükettik o tatili de.

Ve Ankara'da bir 15 gün daha. 31 Ağustos sabahı kahvaltıdaydık ailecek. Ne zamandır görüşmeyen bir sürü insan bir aradaydı.

Bütün yazı sarmaş dolaş, öpe koklaya, her saniyesini doya doya geçirdik. Belki de hayatımın en güzel günleriydi.

31 Ağustos akşamı annesine bıraktım Emre'yi.

Annesi İstanbul'a taşınmış. Emre'yi de alıp gitti.

Yaz bitti.

Başlarken duyduğum heyecanı hatırlıyorum da, bittiği günkü hüznüm kadar yoğundu.

iDon (Post PC #16, Eylül 2014)

Giyilebilir teknolojiler diyoruz da, asıl teknoloji bizim için yeni giysi oldu.

İnsanı hayvandan ayıran bileşenlerden bir tanesi de giysi. Malumunuz başka hiçbir canlı türü giysi giymiyor. Biz niye giyiyoruz; bunu 21. yüzyıl için tartışmak manasız muhakkak da, kökeninde soğuktan korunma ihtiyacı olduğu bir gerçek. Ama giysi bizim için öyle bir hal almış ki artık, ihtiyaçtan değil, usulden giyiyoruz. Yoksa şu sıcak yaz günlerinde hiçbirimizin o giysinin korumasına ihtiyacımız yok; hatta üste para verip sadece mayoyla kalabileceğimiz tatil beldelerine göç ediyoruz.

Teknoloji, hele ki iletişim teknolojisi için de benzeri geçerli değil mi sizce? Telefonun varlığı elbette iletişim ihtiyacını gidermek için ama bugün öyle bir hal aldı ki meret, yanınızda olmadı mı çıplak hissediyorsunuz kendinizi. Hele ki akıllı telefonlarda konuşmanın yanı sıra da her bir iletişim içini yaptığımız için durum iyice vahimleşiyor. Telefonunuz ne kadar akıllı siz o kadar kuşanmış. Ama unuttunuz mu bir yerde; ha telefonsuz kalmışsınız ha donsuz.

Giysinin getirdiği başka şeyler de var bir yandan. Tüylerimiz dökülmüş mesela ihtiyaç kalmadığı için. Estetik olarak güzel tabi ki de, işlevsel olarak soğukta giysisiz kaldınız mı dondunuz demektir. İletişim cihazları için de durum benzer. Ben mesela aklımda kimsenin numarasını tutmaz oldum. Yolları öğrenmiyorum artık; Yandex buluyor bana. Beynimizin de bazı tüyleri dökülmeye başladı bu telefonlar yüzünden.

Akıllı fotoğraf makineleri, akıllı buzdolapları derken akıllı saatler, akıllı gözlükler gibi giyilebilir akıllı cihazların da geldiğini gördük. Nike akıllı ayakkabıdan bahsediyor. Artık teknolojiyi her iki anlamda da giyiyoruz; hem giyilebilir teknolojiler kullanarak sözcük anlamı ile hem de medeni varlığımızı tamamlayan, giysi benzeri bir öğe olarak.

Her iki giyme anlamını ortak bir potada nasıl eritirim diye düşünürken bir fikir buldum. Madem kendimi telefonsuz çıplak hissediyorum, yeni akıllı teknolojimizin adı akıllı iç çamaşırı. Akıllı iç çamaşırı sayesinde evden çıkarken iletişimimizi unutmaya son. Karşınızda (altınızda?) iDon.

Yine de bunun yanında bir de telefon taşımakta fayda var. “Abi benimkinin pili bitti, seninkini kullanabilir miyim?” türü durumlar ile başa çıkması çok kolay olmayacaktır. Bir de, her bir aktiviteyi Facebook’a filan atmaması tercih sebebi tabi ki.


Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 16. sayısında yayınlanmıştır.

Afiyet Olsun (Post PC #15, Ağustos 2014)

Akşam iş çıkışı okuldan, eski şirketten, şuradan, buradan birileriyle buluşup yemeğe gitmeye karar verdiniz. Kapıdan girdikten sonra olanlara bir bakalım.

Yer seçtikten sonra oturdunuz ekipçe. Daha menü gelmeden cep telefonları çıkarılıp masanın üzerine konuldu. Fotoğraflar çekildi, check-in yapıldı, son bi mail kontrol ya da her neyse işte. O sırada menüler geldi, şöyle bir açıldı ya da açılmadı, ama lafa dalındı, telefonla bişeyler daha yapıldı; Foursquare’den nesi meşhur diye bakıldı filan. Garson geldi o sırada, siparişinizi alacak. Adamcağız daha ağzını açamadan “Wireless şifresi ne?” diye masadan karşı saldırı yapıldı garsona. Genellikle mekanın telefon numarasını içeren o yaratıcı şifre size söylendi; belki de sizin ricanızla bizzat garson tarafından telefona girildi. “Karar verdiniz mi?” sorusunu sormaya hak kazandı artık ama sorunun cevabı tabi ki “hayır”. Ama size yardım etti çocuk, onun hatırına şööööyle bir bakırken menüye ya biri aradı ya da Whatsapp’tan bişey düştü. Sayfa açık gene telefonla oynarken tekrar gelen garsona ayıp etmemek için o sayfadan ilk gözünüze kestiğinizi söylediniz artık. Yahu, salatanın içinde de kuşkonmaz varmış; sevmem ki ben… Neyse.

Ara sıcaklar vb. yavaştan geliyor artık. Hemmen önümüzde yemeklerle, birbirimizin ağzına çatalla lokma verirken resimler çekilmeye başlandı. “Dur, dur ben de bakıcam”, “ayy gözüm kapalı çıkmış”, “garson bey bi de benim telefonla çekseniz noolur”, “benimkiyle çek asıl benimki 41 Megapiksel” aşamaları yaşanmak zorunda, yoksa yemeğin bereketi kaçar. Eh, çekilenleri Facebook’a, Instagram’a yüklemek için de biraz mesai harcandı da, bu sefer de yemeğin sıcağı kaçtı. Hadi benimki salata (niye salata söylediysem) bişey olmaz ama et, vb. söyleyenlerinki buz oldu, bi daha ısıtıp getirseniz. Yeniden ısınan yemeğin de tadı kaçtı ama olsun. Hadi afiyet olsun.

Yemeği yerken de gözümüz telefonda. Tweet attık o kadar, hashtagler; Face’ten Like’lar geldi, yorumlara anında cevap yazmamız lazım. İki çatal yemek, bir lokma ekmek, bir yudum su, bir Face. Rahmetli anneannem bana öyle öğrettiydi; sonuncusu hariç tabi. Neyse, yemek de bitti, çekeceğimizi çektik, cevaplarımızı verdik, mutluyuz, karnımız da tok, sosyal medyamız da.

Şimdi hesap zamanı. Hesap gelene kadar mail gelmiş mi filan diye de bi bakayım. Şuna da bir cevap yazayım dedim de kart şifresi diye telefonun pin kodunu girdim o arada, sarı tuş mu geri alıyordu?

Ayrılık zamanı. Hoşçakalın millet. Masadan kalkarken SMS yazdığım için garsonu görmeyip adama çarpıp elindeki kahveyi üstüme dökmem dışında çok keyifliydi. Uzun zamandır birlikte olmamıştık, çok iyi vakit geçirdim ben şahsen, tıpkı eski günlerdeki gibi.

(Amerika’da bir restoran aynı menüyü sunmasına rağmen, 2004 yılında müşterilerinin kapıdan girip çıkma süresinin ortalama 1 saat 5 dakika olduğunu, 2014’te ise bu sürenin 1 saat 55 dakikaya uzadığını güvenlik kameralarının görüntülerine dayanarak tespit etmiş.)

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 15. sayısında yayınlanmıştır.

Veri Merkezinde Adanmış Cihazlar (Dört Köşe #25, Eylül 2014)


Bilişim dünyası kaç farklı veri merkezi yapısı gördü, saymak mümkün değil. Mainframe’ler ile başlanmış, sonra bir client-server modası, ardından çok katmanlı mimari, çok katmanlı mimarinin konsolidasyonu, sanallaştırma ve şimdi de onun türevi olan bulut esintileri ile macera devam ediyor; bakalım gelecekte daha neler göreceğiz. Geleceğe geçmeden bu aralar veri merkezinde kullanılan bilişim kaynaklarında yeni bir yaklaşım var, biraz ondan bahsedelim.

İngilizcesi “appliance” olan sözcük Türkçeye “gereç, aygıt, aparat” gibi çevrilmekle beraber bilişimdeki kullanımını tam ifade etmiyor. Ben yıllardır “adanmış cihaz” ifadesini kullanırım; bu yazıda da öyle yapacağım.

Gerçekten de bu aralar en yoğun konuşulan bilişim cihazları arasında yer alıyor bu adanmış cihazlar. Nedir derseniz; işlemci, bellek, disk ve ağ kaynaklarını bir kutu içinde barındıran ve bu kutulardan yan yana dizerek neredeyse sınırsız bir ölçeklenme imkanı sağlayan cihazlardan bahsediyoruz. Hoş aslında anlattığımız bileşenler sunucu bilgisayar dediğimiz şeyin bileşenlerinden farklı da değil. Haliyle çok çekirdekli işlemciler, hatırı sayılır bir bellek, sunucu üzerinde SSD ve standart hard diskler ve yüksek bant genişliğine sahip bir iletişim biriminden oluşuyor bu veri merkezi adanmış cihazları. Ancak farkı yazılım ile yaratıyor. Tüm bu kaynakları gerek sunucu, gerek ağ gerekse de depolama sanallaştırma teknolojileri ile kolay yönetebilir bir yazılım katmanı ile desteklediğinizde veri merkezi yönetimine büyük kolaylık sağlayan bir yaklaşımdan söz ediyor oluyorsunuz.

Biraz daha detaya girersek, sunucu sanallaştırma konusunu artık kanıksadık. O yüzden bahsettiğimiz adanmış cihazlar üzerinde dinamik olarak ölçeklenebilen sanal sunucuların varlığını çok normal karşılıyoruz. Ancak klasik sunucu sanallaştırma teknolojilerinde yüksek erişilebilirlik sağlamak adına, sanal sunucuların diskleri ve veri disklerini harici depolama sistemlerinde tutarsınız. Bu cihazlarda öyle değil. Her adanmış cihaz üzerinde hem SSD hem de hard diskleri ile geliyor. Akıllı bir veri yönetim katmanı ile tüm veriler mevcut adanmış cihazlar arasında birden fazla kopya tutulacak şekilde dağıtılıyor. Veri yönetim bileşeni ile sık kullanılan veriler SSD’lerde, daha az kullanılanlar ise hard disklerde tutuluyor. Söz konusu katmanlama teknolojisine ilave olarak, artık üreticisine göre tekilleştirme, sıkıştırma gibi ek teknolojileri de kattığınızda ortaya gerçekten dört dörtlük bir yapı çıktığını söyleyebilirsiniz. Elbette, her üreticinin kendince oluşturduğu farklı özellikler de var.

Sağlıklı çalışma esnasında her adanmış cihaz kendi yağıyla kavruluyor. Olası bir arıza durumunda sanal makineler diğer adanmış cihazlara göç ediyor. Veriler ise daha önceden RAID benzeri bir mantıkla diğer adanmış cihazlara dağıtılmış olduğundan kesintisiz çalışma için de ideal.

Özetle Lego mantığı ile, yeni adanmış cihaz düğümleri ekleye ekleye veri merkezinizi büyütebiliyorsunuz. Tüm iletişim IP tabanlı olduğu için adanmış cihazlarınızı aynı konumda da tutmaya gerek yok. Cihazları ana veri merkeziniz, yedek veri merkeziniz, taşra ofisleriniz, servis sağlayıcı da dahil olmak üzere dünyanın herhangi bir yerinde dağıtık olarak tutabilirsiniz.

Hele ki bütün bu işleri tek bir yönetim arayüzünden yapıyorsunuz; o da bam başka bir güzellik.

İşin bir de fiziksel güzelliği var. Sunuculardan çıkıp depolama ağı anahtarlarına giren kablolar, oradan disk sistemine bağlantılar filan türü bir görüntü de yok. Sadece adanmış cihazlar, ağ ve enerji kabloları ile iş çözülüyor.

Önceleri veri ambarı, veritabanı, uygulama sunucu katmanı gibi amaca yönelik adanmış cihazları gördük. Ancak bugün genel amaçlı iş yüklerinde kullanabileceğiniz ürünler de piyasaya sunuldu.

Mevcut veri merkezlerinde bulunan ürünlerin teknolojik ömürlerini doldurmaları süresince bu cihazların daha da yaygınlaşacağını düşünüyorum. Bence veri merkezine yatırım yapacaklar için muhakkak üzerinde durulması gereken bir alternatif bu adanmış cihaz mimarisi.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 145. sayısında yayınlanmıştır.

Başka Dünyaların İşletim Sistemleri (Dört Köşe #24, Ağustos 2014)

Hele bu mobil cihazlar da çıktı ya, artık bilişim cihazlarını kullananların işletim sistemi filan türü detaylarla olan ilgisi iyice azaldı. Bir anlamda iyi tabi ki; günlük ev kullanıcısı için işletim sisteminin ne olduğu değil, kullandığı programın çalışıp çalışmaması asıl önemli olan. Mobil cihaz deyince bir Android bir de iOS alternatifi geliyor insanların önüne; hadi ona da dikkat ederlerse tabi. Dizüstü deyince de Windows ve MacOS. Ancak bilişimin meraklısı olan başka bir gurup var ki onlar kökeni ta 1973’e dayanan bir işletim sistemi ailesini, kendi aralarında güle eğlene kullanıyorlar. Çoğunluğu Linux, birazı da BSD kullanıcılarından bahsediyorum.

Şimdi, iş kökene gidince Berkley Üniversitesi’nin 1969’da başlattığı UNICS (UNiplexed Information and Computing Service) projesine kadar gidiyor da, 1980’lerde boy göstermeye başlayan Intel tabanlı masaüstü sistemlerde çalışacak alternatif bir işletim sistemi haline gelmesi 1991’de Linus Torvalds’ın açık kaynak kodlu projesi ile gerçekleşmiş. Bu tarihten sonra çeşitli gurupların ürettiği Debian, Symbian, RPM tabanlı gibi türevler, bunların alt gurupları, onların türevleri derken şu anda kesin sayısı bilinmeyen ama kabaca 600 farklı majör dağıtım çeşidi bulunan koca bir aileden bahsediyoruz Linux dediğimizde. Çoğu masaüstü kullanıma odaklansa da, sunucu sistemler ve amaca yönelik cihazlar için üretilmiş farklı sürümleri de var Linux dağıtımlarının; tıpkı Windows 8 ve Windows Server 2012 mantığında.

Neden masaüstlerinde yaygın olarak görmüyoruz Linux dağıtımlarını? Muhtemelen asıl neden psikolojik. Her yerde yaygın olarak başka işletim ortamları görünce, birbirimizle aynı dilden konuşabilmek adına alışılagelmiş ticari markaları kullanma eğilimimiz var. Eh, az önce de bahsettiğimiz üzere, 2 Linux aynı değil, bir sürü türevi var. Hani Linux bile kullanacak olsak, şu muydu, bu muydu derken bir farklılaşma içinde buluyoruz kendimizi. Bu da insan doğamızın çoğulculuktan hoşlanan yanına aykırı. Yoksa teknik açıdan bakacak olursanız Linux dağıtımları çok daha az kaynak tüketiyorlar, harika alternatif arayüzler, sayısız uygulama seçeneği sunuyorlar ve çoğu da bedava. Ancak sunucu için özelleştirilmiş ya da kurumsal çözümler ücret talep ediyorlar ki, onların da fiyatları nispeten makul. Eğer meraklısıysanız, Ubuntu 14.04, MINT 17, Fedora 20 gibi sürümleri ev bilgisayarlarınızda denemenizi tavsiye ederim; aşinası değilseniz beklediğinizin çok üstünü bulacaksınız. Milli sürümümüz Pardus 2013 de yeni geçtiği Debian temeli ile oldukça göz doldurucu.

İlginçtir ki, nereden baktığınıza göre Android işletim sistemi de bir Linux türevi olarak görülebilir. Sonuçta Linux çekirdeği kullanıyor Android, ancak en başta komut satırı olmak üzere Linux’u Linux yapan pek çok bileşenden mahrum. Hadi, Linux demesek de, kardeşi diyebileceğimiz bu işletim sistemi mobil cihaz pazarının yükselen yıldızı durumunda. Eğer mobil cihazınızda tam bir Linux deneyimi yaşamak istiyorsanız, Ubuntu’nun telefon ve tablet için türevleri mevcut.

Eh bu durumda Linux’un kuzeni de BSD oluyor. Kökenleri yine UNIX’e dayanana BSD türevlerinin de popülerleşmesi 1990’ların başına denk geliyor. Linux’un tam tersine öncelikle sunucu ve adanmış cihaz odaklı yoğunlaşılan bu işletim sisteminin sonradan PC-BSD, GhostBSD gibi kullanıcı kullanımı kolaylığına odaklanmış masaüstü sürümleri de çıktı. Eğer evinizde kaynak konusunda sıkıntısı olan eski bir makineniz varsa BSD dağıtımları ile sizi çok mutlu edecek sonuçlar elde
edebilirsiniz.

İşi akrabalığa vurmuşken, Linux ve BSD’nin amcaoğullarından biri de MacOS. Yine UNIX tabanlı olan bu işletim sistemi köklerinin bir kısmını doğrudan FreeBSD’den alıyor hatta. Apple tarafından ticarileştirilip çok ciddi makyaj almış hali ile Mac kullanıcılarının hayatında yerini almış durumda.

Ne kadar sayarsak sayalım biraz çoğulcu, biraz da tembellikle alışkanlık karışımı yanımızla Microsoft kökenli işletim sistemleri kullanmaya devam edecek gibiyiz. Yine de farklı işletim sistemleri ve onların getirdiği güzelliklerin farkında olmamamız anlamına gelmemeli bu. Baksanıza, benim 3 yaşındaki yeğen annesinin 6 yaşındaki laptopuna yüklü Ubuntu’da keyifle Masha i Medved videoların HD olarak izleyebiliyor.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 144. sayısında yayınlanmıştır.