31 Aralık 2012

Asıl Olan Başlangıçlardır

Belki çok ince bir detay ama, biz Türkiye'de yılbaşını kutluyoruz. Diğer tüm dilleri bilemeyeceğim ama anladığımız İngiliz dilinde "We wish you a merry christmas and a happy new year" cümlesi yılın tamamını içeriyor. "New year's eve" de yeni yılın arifesi demek. Yılın başlangıcını kutlamak Türkçe'ye has bir şey.


Bizim dünyamızda başlangıçlar önemli. "Başlamak bitirmenin yarısıdır" diyoruz. Belki de başlangıçları, bitişlerden daha kolay ayırd edebilmemizden kaynaklanıyor bu. Evet, takvim gibi numerik bazı şeylerin nerede bittiğini söylemek kolay. Ama baksanıza, kredi kartı olayı çıktı çıkalı, paranızın bile ne zaman bittiğini tam algılayamaz oldunuz. Hayatın bitişini bile belirsiz hale getirmeyi başardık; yaşam destek ünitelerinin fişleri takılıyken hastanın durumunun tam olarak ne olduğunu söyleyemiyoruz.

Oysa başlangıçlar öyle değil. Hayatınızdaki bir şeyi ilk kez ne zaman yaşadığınızın hep farkında oluyorsunuz. Çoğu başlangıç bir farkındalık ile beraber geliyor. Oysa bitişler öyle değil. Bittiğini, bitmiş olduğunu asıl bitiş anından çok sonra fark edebiliyorsunuz. Güne uyanıyorsunuz; gece ise bir ara uykuya dalıyor insan.

Bu yaz Emre ile ilk kez havuza gidişimizi çok net hatırlıyorum mesela. Oysa havuzu son kez kullanmış
olduğumuz günün farkına havuz kapandıktan sonra vardık; o gün bilmiyorduk onun son girişimiz olduğunu.

2012 benim için de pek çok şeyin başlangıcı oldu. Maaşlı çalışmayı bırakıp kendi başıma danışmanlık yapmaya çalışmaya başladım; yeni bir ev, yeni iş arkadaşları, yeni çalışma biçimleri... Gerek iş hayatımda, gerek özel hayatımda pek çok yeniliği yaşadım. Ama hepsinden önemlisi bitenlere üzülmek yerine başlangıçlardan zevk almaya başladığım bir yıl oldu.

İşte bu yeni hayata bakış açım ile başlamak istiyorum 2013'e. O yüzden yılın başlangıcını kutlamak çok doğru geliyor bana. Yeni farkındalıkların, yeni heyecanların yaşanacağının müjdesi olan özel bir gün.

Sonlar nasıl olsa geliyor; başlayan her şey bir şekilde bitiyor.

O yüzden asıl olan, kutlanması gereken başlangıçlardır.

2013'ün herkese güzel başlangıçlar getirmesini diliyorum.

27 Aralık 2012

Beni İzleyin Anacığım

Sağolun, her gün 25 - 30 kez ziyarete uğruyor bu blog. Ziyaretçi sayısı artıkça da daha bir yazasım geliyor. Ama merak ediyorum kim okuyor yazdıklarımı diye.


O yüzden Oya Başar'ın klişeleşimiş lafı ile bir ricam olacak. Mahremiyetinizi çok ihlal etmeyecekse, İzleyiciler kısmından kendinizi tanıtır mısınız?

Maksat, sizleri tanıyayım, bileyim... Kim bilir, belki daha da hoşunuza gidecek konular bulurum.

Şimdiden teşekkürler.

22 Aralık 2012

Teşekkürler Maya'lar (Olan Olduktan Sonra)

Bu konuyu çok uzattığımı düşünenlerden özür diliyorum ama beni tanıyanlar biliyorlar ki ben bu 21 Aralık 2012 geyiğini 2 senedir gündemde tutarım. En nihayet dünü de kazasız belasız atlattıktan sonra son birkaç şey söylemek istedim.

21 Aralık 2012 çok güzel bir gündü. Öyle ya da böyle insanlar arasında bir birliktelik sağladı bu kıyamet muhabbeti. Birlikte mesai yaptığım arkadaşlarımdan öğlen yemeği yediğimiz lokantadaki garsona, Facebook arkadaşlarımdan gazetelerin ana sayfalarına, Şirince'den Bugarach'a kadar milyonlarca insanın ortak noktası oldu kıyametin kopup kopmayacağı.

 
Hepsinin ortak noktası 21 Aralık 2012

Sosyal, asosyal medyaya malzeme yarattı. Belki biraz uzun, belki çok kısa hayatımızı düşündük. Sahip olduklarımızın değerini tarttık. Bir iki dostumuza, akrabamıza telefon etmemize, mesaj atmamıza, sataşmamıza vesile oldu.

Çünkü, öyle ya da böyle hepimizin içinde bir şey evrende bilimsel algılarımızın dışında bir gücün olduğunu biliyor ya da en azından sorguluyordu. Gözlemleyebildiğimiz evreni, dünyayı, insanı NASA yaratmamıştı; o yüzden onların "korkmayın" mesajları bir yere kadar anlam taşıyordu. Hayatın başlangıcını tam olarak açıklayabilmiş değiliz, bitişini de açıklayamadığımız bir güç sağlayabilir.

Dün birbiriyle "bayramlaşanlar" oldu. Bir inanışa göre insanlığın Altıncı Güneş Çağı başladı dün. Kendi ifadeleri ile "ruhsal aydınlanma, benliği keşfetme, kendimizi gerçekleştirme ve insanlık olarak farkında bir dünya yaratmanın zamanları" başlıyor. Umarım haklıdırlar.

Bu da başka bir bakış açısı. Bu konuları biraz deşesim var bu aralar.

Her ne olursa olsun dün, dünya güneşe en yakın konumu olan kış gündönümünü yaşadı. İnsanlığın en eski kutladığı günlerden biridir, diğer gündönümleri ile birlikte. Yer yüzünde var olmuş bütün inanç sistemlerinde bir şekilde yer alır bu günler.

Kimimiz gerçekten korktuk, kimimiz "olmaz öyle şey" dedik. İnandık, inanmadık ama bekledik 13:11'i, kafamızı kaldırıp bir baktık gökyüzüne.

Gelmedi korktuğumuz son.

Ama, bir gün gelmeyecek de değil.

Düşünürseniz aslında, her gün bir son, her gün bir başlangıç. Kıymetini bilmek lazım.

Sayelerinde dünyada düşünsel birliktelik sağlanan bir gün yaşandı. İşte bu yüzden, teşekkürler Maya'lar, ya da, her kimlerse.

17 Aralık 2012

Sizi Kitapsız'lar

Türkiye'de kitap okuma alışkanlığının düşüklüğü ile ilgili çeşitli yazılar var. Amerika'lı yılda ortalama 17 kitap okurken bir Türk 10 yılda bir kitap okuyormuş, filan. Rakamlarda abartı ve hata olabilir ama şu bir gerçek ki, evet, diğer ülkelere oranla daha az kitap okuyor Türk insanı.

Bizim metro/metrobüslerde pek görmediğimiz bir manzara. Öte yandan, Japon'lar,
hemen her konuda yaptıkları gibi bu işte de en uç noktada yaşıyorlar.

Yapılan ilginç saptamalardan biri ise elektronik kitap kültürü ile ilgili. Tablet ve e-kitap okuyucuların yaygınlaşması ile, Amerika Birleşik Devletleri'nde kitap okuma oranının %10'un üzerinde artış sağladığı gözlenmiş.

Bizde ise bunun pek bi faydasının olmayacağını tahmin etmişler sanırım. Geçtiğimiz haftalarda bando mızıka ile açılışı yapılan Türkiye iTunes Store bunun güzel bir örneği.

Müzik, film gibi sekmelere tıkladığınızda Türkçe pek çok içerik bulmanız mümkün satın almak için.

Müzik ve filmler bol miktarda.

Ama Türkçe bir tek e-kitap yok. Hani ne biliym, insan bi idefix'le filan bi anlaşma yapar da en azından o içeriği koyar diye düşünmüştüm ben.

Kitap okuyacaksanız en az bir yabancı dil bilmeniz şart. 

Anlayacağınız Amerika'lı, çoluğun çocuğun bile elinde iPhone ile gezdiği, Fatih projesi ile yüzbinlerce tabletin konuşulduğu Türkiye'den çıstak çıstak ve aksiyon dışında para kazanamayacağını görmüş. Yoksa, e-kitap işinden para kokusu alsa saniye durmazdı.

Bu arada, Türkçe'mizde "Seni Allah'sız, seni kitapsız" diye geçen sövme esnasında bahsedilen kitap, malumunuz Kur'an-ı Kerim'dir. Ne mutlu ki, kitaplar arasında olmasa da muhtelif Kur'an-ı Kerim uygulamaları bize sağlanmış durumda.

Çeşit çeşit Kur'an-ı Kerim seçeneklerimiz Uygulamalar sekmesinde mevcut.

Günün sonunda iTunes Store Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden başarıyla geçerken, Edebiyat'tan 0'ı çekiyor. İngilizce'sine bi diyeceğimiz yok zaten.

Bu durumda meraklısı bizler "bookless" olmasak bile "kitapsız" olarak devam ediyoruz elektronik okuma hayatımıza.

15 Aralık 2012

Neden Dün Dünyanın Sonu Gelmedi?...???

NASA'nın 22 Aralık'ta yayınlamayı planladığı Why the World Didn't End Yesterday? (Neden Dün Dünyanın Sonu Gelmedi?) videosu internete sızdı. Video güya 21 Aralık'tan sonra "işte bakın, dünya yerinde duruyor" mesajı veriyor olacaktı.

Aşağıki fotoğrafı özümsedikten sonra hala seyretmek isterseniz...

Oysa dün, ABD, Connecticut'ta yaşanan bir okul katliamında 20'si çocuk, 26 kişi için dünya bitti. Katili de sayarsan 27.

 
Dünyanın dört bir tarafında, savaşlarda, cinayetlerde, hastalıktan, açlıktan, onbinlerce kişi için bitiyor dünya.

Bu mu dün sonu gelmemiş dünya?

13 Aralık 2012

Mülksüzler

“Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlaki ve ilkesel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır.” der Ursula K. LeGuin kült kitabı Mülksüzler hakkında konuşurken.

"Mülksüzler", bilim kurgudan hoşlanın ya da hoşlanmayın, okumaya değer bir eser. Gerek Ursula K. LeGuin'in gerekse de Türkçe'ye çeviren Levent Mollamustafaoğlu'nun anlatım dilleri de çok akıcı ve hoş.

Üniversite yıllarımda okuduğum bu kitap, benim kafamda başta anarşizm olmak üzere sonu “izm” ile biten pek çok siyasal kuramın yerine oturmasında yardımcı olmuştur.

Kafama toplum ile ilgili olarak oturan bu kavramların, aslında kurumsal bilişim süreçleri ile de örtüştüğünü görmek ise, gerçekten çok enteresan bir olaydır.

İlk önceleri bilişim, son derece elit bir tabakanın erişebildiği, bireylerin değil kurumların kullanımı ile sınırlı olan bir olgudur. Mainframe sahibi devlet, bu yapıyı işletmesine ihtiyaç duyduğu için tebasından seçkin bir tabakaya bu kaynaklara erişim hakkı tanımıştır; ki biz onlara bilgi işlemciler diyoruz.

Daha sonra kişisel bilgisayarlar ortaya çıkmıştır. Kişisel bilgisayarlar, adıyla da ifade edildiği üzere bireyi esas alır. Bireyin kişisel odağı ile bilişimden alacağı faydaları adresler. İlk başlarda limitli olan kişisel bilişim imkanları, teknoloji ilerledikçe, insanların ellerine aslında kullanmadıkları, ama sahip olmaktan zevk aldıkları bilişim kaynakları verme yoluna gitmiştir. Bugün çoğunluğun evinde işlemcisinin ancak %10’unu kullandıkları, disklerini dolduramadıkları kişisel bilgisayarlar bulunmaktadır. Daha çoğuna sahip olma isteği, bilişimde kapitalist yaklaşımın tohumlarını atmıştır.

Kişisel bilgisayarlar, kullanıcılarına sağladıkları işletim sistemleri ve arayüzler sayesinde bir nevi din oluşmasına neden olmuşlardır. Çoğu bilişim kullanıcısı, hizmet aldığı bilişim cihazını işlevsellikten ziyade kullanış biçimine alıştığı arayüz nedeni ile tercih etmekte, diğer kullanım opsiyonlarına gelenekten gelen bir bağnazlıkla direnç göstermektedir. Aynı işletim sisteminin yeni sürümlerini bile reddeden fanatiklerin sayısı azımsanamaz derecededir.

Bu esnada da kurumlar, kişisel bilişim kullanımını kurumsallaştırma yoluna gitmişlerdir. Kurumlar bireylerine ya da topluluklarına kişisel bilişim kaynakları tedarik ederek kurumsal işlevlerini yürütme yoluna girerler. Ancak, bireyler kendilerine sağlanan bu kişilesel bilişim kaynaklarını, bireysel tercih ve taleplerini de tatmin edecek şekilde kullanma eğilimindedirler.

Bu noktada kurumların, sağladıkları bilişim hizmetleri üzerinde otoriter kurum yapısının korumasını sağlaması bir gereklilik haline gelmiştir. Tıpkı devlet yönetimlerinde olduğu gibi, kimi kurumlar alt birimlerinin kendi işlevlerini kendi bütçeleri ile otonom yönetmelerine izin verirken, kimi kurumlar tüm bilişimi kaynakların ortak kullanıldığı ve tek noktadan katı bir şekilde denetlendiği yapılar üzerine kurulmuşlardır. Bu yapıları kapitalist ve sosyalist devlet yapılarına benzetebilirsiniz.

Marksist teori kapitalizmin zamanla yerini sosyalizme bırakacağınız söyler. Dünyada da böyle bir gidişat olduğu belki de otomotiv sektöründen örnekle gösterilebilir. Zamanında her biri bağımsız firmalar olan GMC, Chevrolet, Cadillac, Buick, Opel, Vauxhall gibi markaların hepsi bugün General Motors çerçevesi altında, ortak üretimin nimetlerinden faydalanmaktadır.

Baktığınızda kurumlar da ellerindeki bilişim yapılarını tek merkezden kontrol edebildikleri, konsolide edilmiş paylaşımlı yapılara doğru çekmektedirler. Öte yandan bu bilişimde kapitalizme benzettiğimiz yönetimin çökmesi olarak algılanmamalıdır. Çünkü sosyalist devlet yapısı ile modelleyebileceğimiz yapılar da, özellikle internete erişim talep ve gereksinimlerine dayanamayarak kendi Berlin Duvarları'nı yıkmak zorunda kalmışlardır. Kurumsal bilişim yönetimlerinin yaşadığı gelişmeler, siyasi yönetimlerin yaşadıklarına paralel bir şekilde her iki yönetimin belirli yönlerini harmanlamak şeklinde yaşanmaktadır.

Bütün bu gelişmelerin bugün kurumları çok daha farklı bir işleyiş modelinin kıyısına getirdiğini düşünüyorum: anarşik yapı.
Ursula K. LeGuin (Copyright © by Marian Wood Kolisch )

LeGuin’in tanımladığı anarşizimin temasını tekrar hatırlatmak istiyorum: işbirliği, dayanışma, karşılıklı yardım. Bunlar bugün bilişim terminolojisinde İngilizcesi “collobration” ve “cooperation” sözcükleri ile ifade ettiğimiz kavramlardır. Bireyler ve kurumlar bugün internet dediğimiz ortam üzerinde WEB servisleri, SOA, B2B, B2C, SaaS, PaaS gibi tanımı biraz açık kavramlar ile bu iş yapma modellerini oturtmaya başladılar; Bulut Bilişim diye bunları anlatıyoruz. Kurumlar artık çalışanlarına bilişim cihazları vermek yerine kendilerinin tercih ettikleri cihazlar ile işlerini yapabilecekleri servisler verme yolunu tuttular; buna da “Kendi Cihazını Getir” anlamında BYOD deniyor. Bunun ucu herkesin bilişim ile kendi katkısını sağlayabildiği bir geleceğe doğru bakıyor. Belki bir ileri nokta kişileri bilişim cihazlarından tamamen arındırıp bilişimi sadece işlevsel olarak kullanılır hale getirmek olacak. Arayüz ile sağlanan bağnazlıkları aşıp amaca odaklı, arkasında bilişim bulunan servisler yaratılacak. Kurumlar kalmayacak.

Bu noktada da her birimiz tanımlanmış bir amaç için bilişim kullanıcısı olmaktan çıkıp Mülksüzler mertebesine ereceğiz.

Notlar:
  • Anarşizm, maalesef ülkemizde yaşanan geçmiş nedeni ile terör, yıkma, dökme ile özdeşleşmiştir. Oysa anarşizm, "yöneticisiz" anlamına gelen bir kelimedir ve otoriteyi, sınıf ayrımını, zorla dayatmayı reddeden bir sosyal olgudur. İçerdiği düzensizlik, başkalarının tercihlerine müdahale etmeyi değil, kendi tercihleri koruma yönündedir.
  • İdeal anarşizm kendisiyle çelişir, çünkü otoriter bir tercih kullanmak da anarşik düzende yaşayan bireylerin tercihi olabilir. Diğer bireylerin bu tercihlerine müdahale ettiği anda anarşist te kimliğini kaybederek otoritere dönüşür.
  • Mülksüzler'de tanımlanan anarşizm bireylerin tercihlerinde özgür oldukları, ancak arka planda birliktelik ve iletişimin bir şekilde sağlandığı bir düzeni anlatır. O yüzden bu yazının başlığını "Anarşistler" değil de "Mülksüzler" olarak seçtim; bizim camiayı gerçekten kitapta anlatılan düzenle çok benzeştiriyorum.
  • Ursula K. Le Guin benim gözümde gelmiş geçmiş en özgün yazarlardan birisidir. Okumadıysanız Yerdeniz bikaçlaması ile başlayın, diğer eserlerini de seveceğiniz düşüncesindeyim.

10 Aralık 2012

21 Aralık Hakkında

Ben de 21 Aralık 2012 tarihi hakkındaki naçiz yorumumu yapmak istiyorum: Dünyanın sonu filan gelmeyecek!

Görücez bakalım 21 Aralık'ta nooluyo?

Bu yorumumu şu cesaret ile yapıyorum. Eğer tersini söylesem, "21 Aralık'ta dünyanın sonu gelecek" desem ve gelmese herkes "e hoca, hani nooldu, yanılttın bizi" diyecek, itibarımız iki paralık olacak, sözümüze güvenilmeyecek (hele ki bu aralar "danışmanız" diye dolanıyoruz).

Oysa şimdiki söylemimde durup da yanılırsam, etrafta bana "yalancı çıktın" diyecek kimse, sarsılacak itibar vb. kalmayacağı için konu kendiliğinden kapanacak.

O yüzden söylemim açık ve net.

Acı Hafızası

Çocuklarda gözlemlediğim enteresan bir özellik hakkında konuştuk bugün bir dostumla.

Konu bizim oğlandan açıldı; Emre geçtiğimiz Cuma günü (7 Aralık 2012) bir diş operasyonu geçirdi. Kolay değil, 4 dişe tedavi uygulandı. Bizimkini bırakın o kadar saat dişçi koltuğunda tutmayı, 4 dakika aynı yerde oturtmak mümkün olmadığı için narkozu verdiler; operasyon yapıldı, 3 diş kurtarılırken bir azı dişini de çektiler.

Kuzucuk, narkozdan uyanmaya çalışıyor.

Şimdi, ben o operasyonu geçirsem, 3 gün kendime gelemem. Ama gel gör ki, Emre o akşamı dahi kıpır kıpır, gene yerinde duramaz kıvama gelmişti. Birlikte geçirdiğimiz bütün haftasonu dahilinde de dişi ile ilgili "gık" demedi.

Operasyondan kabaca 24 saat sonra, köpük keyfi.

Bu beni Emre'nin daha da küçüklüğüne götürdü. Aşı yapılırken de, iğnenin battığı an dışında (tabi zapt edilmesine duyduğu öfke hariç konuşuyorum) hiç acıdan şikayeti olmadı Emre'nin. Halbuki ben tahlil için kan vb. verdikten sonra bir süre o meretin sızısından rahatsız olurum.

Buradan şöyle bir cümle türettim sohbet sırasında "Allah'tan ki çocukların acı hafızası yok".

Sonra da kendi kurduğum bu cümle üzerine kafa yordum biraz. Gerçekten, çektiğimiz acıların ne kadarını gerçekten yaşıyoruz, ne kadarı bize bilincimizin bir oyunu?

Fiziksel acı için bunun bilimsel bir izahı yapılmış. PKMzeta diye bir protein var, bu meret nöronlar arası bağlantıyı kuvvetlendirip hafıza denen şeyin oluşmasını sağlıyor. Acı yaratan bir travma yaşandığında acıyı hisseden nöronlar arasında PKMzeta konsantrasyonu artıyor. Böylece vücut bir nevi o acıyı hatırlıyor; o yüzden ilgili bölge daha hassas oluyor, her an tekrar o acı yaşanacakmış hissi ile bir rahatsızlık duyuyorsunuz. Bir müddet sonra söz konusu bağlar zayıflıyor ve vücut normale dönüyor. Yetişkinler olarak vücudumuzu daha yoğun dinlediğimiz için de travmanın etkisini daha uzun süreli yaşıyoruz maalesef.

Ah o nöronlar, ah...!

Ya ruhsal olarak çektiğimiz acılar? Aynısı onlar için de geçerli mi acaba? Aslında gerçek üzüntümüz, sıkıntımız, hissettiğimizi düşündüğümüzden daha mı az?

Sanırım öyle. Gerçekte bizi üzen şeylerin bizi üzmüş olmasına daha çok üzülüyoruz. "Başıma bu da mı gelecekti"nin acısı çoğu zaman başımıza gelen acıdan daha uzun sürüyor, daha yoğun yaşanıyor. Bir anlamda "takıyoruz" yaşadığımız ruhsal travmaya ve onunla yaşamaya başlıyoruz.

Halbuki çocuklar öyle değil. Yetişkinlere oranla daha düşük olan konsantrasyon yetenekleri onların "çocuklar gibi şen" kalmalarına yarıyor.

Hayatın bizlere yaşattığı acılardan, üzerimize yüklediği sıkıntıları tamamı ile unutmak mümkün değil elbet. Ancak başarabildiğimiz kadar her sıkıntıyı bir kez yaşamaya çalışmamız lazım. Kız seni terk mi etti? Peki, buna üzül. Ama, mümkünse sadece terk ettiği an üzül. Sonraki günlerde de aynı üzüntüyü yaşamanın kimseye faydası yok; bir anlamı da yok, olay o an itibarı ile netleşmişti zaten.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan). Ayrıldığı sevgilisinin hatıralarını silen biri mutlu olur mu? Ülkemizde hem çok geç vizyona girdi, hem de çok ses getirmedi maalesef. Filmi muhakkak seyredin, muhakkak.
 
Tamam, o işler tam olarak öyle "hayat kısa, değmez bir kıza" şeklinde olmuyor, olamaz da zaten. Tek dert de aşna fişne değil ayrıca, bunun kredi kartı borcu var, kazası var, ölümü var... Ama bu yine de bu konuda çaba göstermemek anlamına gelmez. "Zaman her şeyin ilacı" lafında aslında zamanın kendisi değil ilaç olan. Zaman içinde zihnimizi yönlendirdiğimiz yeni konular, yeni uğraşlar. Kendimizi kanalize edecek farklı şeyler bulabilirsek, yaşadığımız travmaları daha kolay atlatabiliriz sanırım.

Laf acı hafızasından açıldı. Elbette kimsenin yaşadıklarını unutmasını beklememek lazım; biz buna tecrübe diyoruz. Acı hafızasını tam anlamı ile yok edemeyiz belki ama daha az alan kaplaması için çaba gösterebiliriz. Acıların işgal edeceği yeri güzel hatıralar, güzel olaylarla doldurmak, çabalayarak öğrenebileceğimiz bir meziyet. Belki bunun bir yolu da içimizdeki çocuğu yaşatmak; bakarsınız biz de o zaman o "çocuklar gibi şen" kalıbının bir parçası oluruz.

Umarım hepimizi acıları, dertleri olabildiğince az yaşadığımız, yaşadığımızda da kısa sürede üstesinden gelebildiğimiz güzel günler bekliyordur.

07 Aralık 2012

0 Ve 1’lerden High Definition Görüntüye Yolculuk

Başlarken

 
Uzun olacağını tahmin ediyordum ama bu kadar değil. Ama ikiye bölecek yer de bulamadım. O yüzden alt başlıklar oluşturdum, belki okuması daha kolay olur diye.
 
 
Ne yalan söyleyeyim yıllarımı verdim bu dijital medya olaylarına. 1999 yılında askerlik yaparken DVD görüntüsünün mükemmelliğine hayran olup bunu VCD’ye nasıl aktarırız diye uzun uzadıya kafa yormuştum kışlada nöbet tutarken. Asker dönüşü 2000 yılı başında başladığım bu hobim 12 yıllık yolculukta bana çok şey öğretti. Bildiklerimi zaman zaman çeşitli kişilerle parça parça paylaştım ama bu tüm bildiklerimi bir arada bir yere dökme yolundaki ilk çabam olacak.

Çok temelden başlayacağım ama istiyorum ki en basitinden herkesin anlayabileceği bir bütün yazı olsun. Eğer sıkılmaz ve de sonuna kadar sebat ederseniz, dijital video ile ilgili pek çok şeyi anlayacağınızı düşünüyorum.

Bu yazıda ses kısmını pas geçiyorum; onu da başka bir yazının malzemesi yaparız.

Gazamız mübarek ola.

Ölçüler


0 veya 1. Elektrik var ya da yok. Bırakın elektriği, var ya da yok. Olmak ya da olmamak. İşte bir “bit” bu.

Bugünün dijital standartlarına saçma gelecek bir nedenden ötürü 8 bitlik bir öbeğin adı 1 bayt. İkili düzenin 1000’e en yakın sayısı, 210 olan 1024 bayt 1 kilobayt. 1024 kilobayt 1 Megabayt, 1024 Megabayt 1 Gigabayt, 1024 Gigabayt 1 Terabayt… Fazlasına şimdilik gerek yok.

Her ne definition görüntü derseniz deyin, günün sonunda olayı bu ölçüler ile ifade edeceğiz.


"Doğuran Ana" Matroşka yazımızın ilerisinde başka şekilde de gündeme gelecek.

Çözünürlük


Dijital televizyon ya da monitör, neye bakarsanız bakın, bu arkadaşlar eni ve boyu belli olan bir matris yapıdan oluşuyorlar. Bu matrisin boyutuna çözünürlük diyoruz.

Aslında iki farklı çözünürlük kavramından bahsetmek lazım. Biri kaynak çözünürlüğü; kaba tabirle sizin elinizdeki filmin çözünürlüğü. Bir de ekran çözünürlüğü var; seyrettiğiniz ekranın çözünürlüğü. Çok doğaldır ki, ikisi birbiri ile aynı olmayabiliyor. Çözünürlükler arası geçiş, daha sonranın konusu.

Bugün literatürde Standard Definition (SD) dediğimiz görüntü Avrupa PAL standardı için 720 × 576 boyutunda bir matristen oluşuyor. PAL standardında aldığınız bir DVD için de bu rakam geçerli; Amerikan NTSC standardı 720 × 480 çözünürlükte. High Definition (HD) görüntüde bu yöresel polemik kalkıyor ve 1920 × 1080 çözünürlük standart hale geliyor.

Bu çözünürlüğü oluşturan her bir noktaya bir piksel adını veriyoruz.

Full HD bir ekran işte böyle piksellerden oluşuyor.

Dikkatinizi çektiyse matrislerin orantıları da farklı. HD 16:9 denen görüntü oranında; 1920 ile 1080’in en büyük ortak böleni olan 120 ile bu kısaltmaya ulaşmak mümkün. SD ise 4:3 olarak geçiyor ama tüplü televizyon görüntü standardını yakalamak için SD pikselleri kare değil dikdörtgen biçiminde oluyor. Çok takılmayın; 16:9 ve 4:3 çerçeve oranı en yaygın kullanılan iki standart.

Renk Derinliği


Görüntüyü oluşturan her bir piksel için bir de renk tanımlamanız lazım. İş sadece siyah ve beyaz olsa kolay. Her bir piksel ya siyahtır ya da beyaz. Yani, her pikselin rengini 1 bit ile ifade edebilirsiniz. 4 renk için 2 bit, 16 renk için 4 bit… Bugün Blu-Ray standardında YUV adı verilen bir renklendirme mekanizması kullanılıyor ve bu Y, U ve V değerlerinin her biri için 8 bitlik (256) bir değer atama şansınız var. Özet, her bir piksel için 256 × 256 × 256 = 16.777.216 renk alternatifi mevcut. Her bir pikseldeki renk değerini saklamak için de 3 × 8 = 24 bit yer kullanıyorsunuz.



YUV ile renk ayarlaması.

Kare Sayısı


Eadweard Muybridge’in 1878’de çektiği ilk hareketli film ile birlikte insan gözünün bir görüntüyü kesintisiz algılayabildiği değer konusu hareketli görüntü işi ile uğraşanların problemlerinden biri olmuş. Sonuçta saniyede 12 kareden hızlı gösterirseniz, insan gözünün bunu tolere edebildiğini gözlemlemişler. Bugün film sanayinde yaygın olarak saniyede 25 (PAL) ve saniyede 24 ya da 30 (NTSC) kare hızları kullanılıyor.

Bunu da özetleyecek olursak, PAL sisteminde bir HD film seyrederken yukarıda bahsettiğimiz her biri 16.777.216 farklı renk ile ifade edilen 1920 × 1080 boyutlarındaki matristen, filmin her bir saniyesi için 25 tane görüyorsunuz demek.

Düz Matematik


Şimdi, biraz matematik yapalım. 2 saatlik HD standardında PAL bir filmin ne kadar yer tutacağını hesaplayalım.
  • Bir karemizde bizim 1920 × 1080 = 2.073.600 piksel var.
  • Her bir piksel 24 bitti. 24 × 2.073.600 = 49.766.400 bit etti bir karenin büyüklüğü.
  • Bir saniyede 25 kare var. 1 saniyenin büyüklüğü 25 × 49.766.400 = 1.244.160.000 bit etti.
  • 1 saatte 3600 saniye var. 2 saatte 7200. 7200 × 1.244.160.000 = 8.957.952.000.000 bit olur. 2 saatlik film için toplam 8.957.952.000.000 bit depolama alanı yeterli olacaktır.
  • Hadi bunu bitten bayta çevirelim. 8.957.952.000.000  / 8 = 1.119.744.000.000 bayt. Yani, 1024’e bölerek gidersek 1.093.500.000 kilobayt, ya da 1.067.871 Megabayt, ya da 1.043 Gigabayt, ya da 1,02 Terabayt.
 
Fena sayılmaz, değil mi? Bir filmi sadece 21 Blu-Ray diske sığdırabilirsiniz.

Bırakın dil seçeneklerini, daha da ses olayından hiç bahsetmedik; şu anda sessiz film hesabındayız.

Matematiğin Bittiği (Ya Da Aslında Başladığı) Yer


Bugün en uzun HD filmler 50 GB kapasiteli çift katmanlı Blu-Ray disklere rahaat rahat sığıyor. MKV ya da MP4 benzeri formata sıkıştırıldığında 9-10 GB’a bile düşüyor bu kapasiteler. İşte bu iş için bakkal hesabını bırakıp biraz ağır matematiğe dalmanız gerekiyor.

Haliyle derin matematiğe dalan siz değilsiniz, bilgisayarlar ve yazılımlar. İşin altında yatan ters hiperbolik fonksiyonlar, Fourier serileri gibi detaylar ile kimseyi boğmak istemem. Ama kabaca ne yapıldığından size bahsetmem lazım.

Yapabileceğiniz en kolay akıllılık sıkıştırmak. Sıkıştırmanın en basitini lise yıllarında kullandık aslında. 1.000.000.000 yazmak yerine 1×109 diye yazdığınızda 10 haneli bir sayıyı 5 hane ile ifade etmeyi başardınız demektir. Tabi ki bizim o meşhur 1920 × 1080 × 24 = 49.766.400 bit boyutundaki bir karemizde bunu yapmak bu kadar düz mantıkta olmamakla birlikte, asıl sonuca epey etki edecek bir katkı buradan sağlanıyor. Nasıl yapıldığı, kayıpsız sıkıştırma olarak bilinen başlı başına bir matematik alanı. ZIP, RAR gibi dosya sıkıştırma programları da benzer mantıkta çalışıyorlar.

İkinci akıllılıksa… Nasıl ifade etmeli, tam bilemedim ama, biraz taviz vermek. Şöyle bir örnek verelim. 16.777.216 renk seçeneğinden, diyelim ki siyah 0 ile ifade edilsin. Bir pikselin renk değerinin 0 olduğunu düşünün. Bir görüntüde, çok keskin bir kenara denk gelmediği sürece, misal bu piksel bir duvarın parçasıysa bunun yanındaki piksel de genelde siyah olur, yani o da 0’dır. Ya da belki çoook çok az daha açık renktir, yani 1’dir, bilemedin 2’dir. 2.073.600 piksellik bir matriste göz bunu ne kadar fark eder? Hele ki saniyede 25 kere değişen bir akış içerisinde? Biz o piksellere de 0 muamelesi yapsak?

İlk bakışta ne kadar fark ettiniz bilmem ama soldaki resimde 7 renk var, sağdakindeyse sadece 3. Bunu bir de gerçek boyutuna küçültseniz ne kadar fark ederdiniz acaba?

O zaman bir önceki sıkıştırma algoritmalarını çok daha verimli kullanabilirsiniz. Çünkü tekrar eden çok daha fazla bilgi var. Yukarıdaki örneğe atıfta bulunursak, yanyana duran 1.000.000.000, 1.000.000.005, 999.999.958 gibi üç ifadeyi birden, “amaan bunların hepsine kaba hesap 1.000.000.000 diyelim, her birini 1×109 olarak ifade edelim, bunu da üç kere arka arkaya yazmak yerine 3 tane 1×109 diye saklayalım” derseniz daha önce 30 hanede ifade ettiğiniz bir bilgiyi 7 hane ile saklayabilirsiniz demektir.

JPEG fotoğraflarda da kullanılan bu sıkıştırma tekniğine de kayıplı sıkıştırma diyoruz. Ki bunun da derin bir matematiği var.

Tabi, burada ne kadar taviz vereceğiniz önemli bir faktör. Bununla ilgili pek çok parametre işin içine girebilir, codec mevzusuna girince anlatacağız.

Kaliteden çok fazla taviz verince de işin tadı kaçabiliyor.

Buraya kadar hep tek bir karenin boyutunu nasıl düşürebileceğimizden bahsettik. Düşünecek olursanız, bir videoda aynı karede tekrarlanan bilginin yanı sıra tekrar eden bir şey daha olduğunu göreceksiniz. Ardışık karelerde yer alan görüntülerin tekrarı.

Saniyede 25 kere değişen karemizin bir kerede ne kadarı değişiyor? Sahne değişmediği sürece tamamı değil. Hareketli bir sahneyse ve detay çoksa, haliyle değişen veri miktarı artacak, ama durağan sahnelerde neredeyse hiç değişmeyen görüntüler de olabiliyor. Ardışık karelerde görüntünün sadece değişen kısımları ile ilgili bilgiyi tutarsanız elde edeceğiniz tasarruf gerçekten şaşırtıcı boyutta.

Hele bir de, bir karede yaptığınız kayıplı sıkıştırma tekniğini ardışık karelerdeki değişimlerle bir arada düşünerek bir depolama mantığı üretirseniz, bileşik faiz hesabı gibi kazanç üzerine kazanç sağlıyorsunuz.

İki kare arasında 11 saniye, yani 275 kare fark var. Bobble ve Clank dışında ekranda pek de bir değişen yok gibi.

İşte bu depolama mantıklarına verilen genel isim codec.

Codecler


Buraya kadar anlattıklarımı sıkılmadan okuduysanız, dijital ortamlarda video oynatmanın bir nevi kendi dili olduğunu fark edeceksiniz. Klasik usul arka arkaya saniyede 25 kare göstermekten ziyade “önce bi kareyi koyucaz, sonraki kareye geçerken sadece şu şu şu pikselleri değiştiricez, değiştirirken şuradakileri es geçicez, bir öncekinde şuraya koyduğunu az sağa ittiricez” gibi bir kodlama mekanizması gelişmiş durumda. Orijinal videonuzu bu dil ile kodlayacaksınız, sonra da bu kodladığınızı oynatırken de bu kodu çözeceksiniz.

Kodlama ve kod çözmenin İngilizce karşılığı olan COding ve DECoding kelimelerinden türetilen bir kelime CODEC. Kimi zaman işletim sisteminin içinde, kimi zaman hariçten yüklenen, kimi zaman da medya oynatıcıların ve TV vb. cihazların içine gömülü olabiliyor codecler. Anladıkları dilde kodlanmış videoların oynatılabilmesi işini görüyorlar çoğunlukla. Eğer video üreten biriyseniz de bu videoları uygun sıkıştırılmış şekilde kodlamaya.

Popüler video codecleri arasında DivX, Xvid, H.264, VC-1, MPEG, Quicktime,WMV ve daha sayamayacağımız bir sürü codec var. Kimi ticari amaçlarla geliştirilmiş, kimi akademik çalışmaların ürünü, tamamı ile hayır olsun diye üretilenleri dahi mevcut. Kimisi HD görüntü için daha verimli sonuçlar elde ederken kimisi canlı akış (streaming) senaryolarında daha iyi performans sağlıyor. Hali ile, yıllar içinde codecler daha kaliteli görüntü, daha iyi sıkıştırma gibi konularda eskilerinden gelişmiş oluyorlar.

Sevdiğimiz codeclerden birkaçı.

Seyrederken codeclerle çok oynamanıza gerek yok ama kodlarken bir videoyu, mıncıklanacak bir sürü parametre var.

Beş Paragrafta Video Kodlama


Bir videoyu kodlamaya kalktığınızda karar vermeniz gereken ilk konu şu: kayıplı bir codec mi kullanacaksınız, kayıpsız mı? İnsan gönlü kayıpsızdan yana oy kullanmakla beraber bu videoların boyutları gerçekten çok büyük oluyor, o yüzden genelde kayıplı bir codec seçiliyor. Ama tabi, tercih sizin.

Sıkıştırmalı kodlama yapacaksanız da bir yol ayrımına geliyorsunuz. Az önce bahsettiğimiz kaliteden tavizi vereceksiniz de ne kadar vereceksiniz? Burada sizi yönlendirecek iki konu olabilir. Birinci ve basit olanı sabit bir kalite faktörü seçmek. Kodlama yapan yazılımınızın detay ayarları olacaktır muhakakak da, buradaki felsefe oluşacak dosya boyutu ile ilgili bir endişe duymadan belirli bir kalite kaybı üzerine oynamak. Kodlayıcıya codecine göre bir kalite faktör parametresi veriyorsunuz; dosyanız hazırlanıyor. Ancak çıkacak dosyanın büyüklüğünü kestirmek mümkün değil.

Sizi yönlendirecek bir başka konu ise neticede oluşacak dosyanın boyutu olabilir. Örneğin, filmi tek DVD’ye sığdırmak isteyebilirsiniz. O zaman kodlama bitrate denilen bir parametre tanımlamanız gerek. Bitrate ile aslında şunu söylüyorsunuz kodlayıcıya: “videonun her bir karesi için senin şu kadar bit kullanmana izin veriyorum”. Buna göre her bir kare için o rakamı tutturacak bir kalite faktörü belirleniyor. Dikkatinizi çekiyorum, çözünürlük vb. konulara girmiyorsunuz. Örneğin, bizim 2 saatlik HD PAL filmi 4.7 GB’lık tek DVD’ye sığdıralım derseniz size 5520 kbps değeri hesaplanacaktır (ses için henüz yer ayırmadığımızı hatırlatma isterim; ses eklersek daha düşük bir bitrate gerekecektir haliyle).İnternette bu parametreyi hesaplamada yardımcı olacak sürüyle program bulabilirsiniz gerekirse.

Bu metodla kodlamaya sabit bitrate yöntemi diyoruz. Hedeflenen dosya boyutunu nokta atış tutturmakla beraber çok da akıllı bir yol değil. Simsiyah ekranı da aynı bit sayısı ile kodlamaya çalışıyorsunuz, ince detaylı olanı da. Simsiyah ekranı kodlarken tasarruf edebileceğiniz alanı detaylı olanı daha yüksek kalitede kodlamak için kullanabilirdiniz.

O zaman değişken bitrate yöntemi kullanmak daha akıllıca oluyor. Bu metodda, ortalama bir bitrate değeri belirliyorsunuz (genelde sabit için olanı seçmek iyi bir akıldır). Kodlama işlemi esnasında ortalama olarak bu değer tutturulmaya çalışılıyor. Şimdi, yalnız, bunun dosya büyüklüğü konusunda tam bi garantisi yok.Videonuzda çok fazla değişen varsa ortalamanın üstüne çıkarsınız ve neticedeki dosya boyutunuz hedeflediğinizden büyük olabilir. Tam tersi de söz konusu. Çaresi ise 2-geçişli kodlama dediğimiz metod. Burada, kodlama programına ilave olarak hedef büyüklüğünü de veriyorsunuz. Kodlayıcı önce sizin verdiğiniz ortalama bitrate değeri ile mahsusçuktan kodluyormuş gibi yapıp nerede ne kadar sıkıştırma yapabileceğini kestirmeye çalışıyor. İkinci turda ise ilk turdan elde ettiği veriler ile nokta atış dosya büyüklüğünüzü yakalıyor. İki turun tek sakıncası, iki kat zaman. Bu arada daha da nokta atış yapmak için 3-4 tur da döndürmek mümkün de; çok da pratik değil.

Video Filtreleri


Videoyu kodlarken görüntü ile oynayabileceğiniz ve filtre dediğimiz bazı oyuncakları da devreye sokabiliriz.

Örneğin videonun çerçeve büyüklüğü ile oynayabiliriz. Misal, videomuzu en yüksek 1024 × 768 çözünürlüğe sahip bir tablet için hazırlıyorsak görüntü kalitesini 1920 × 1080 tutmakta çok bir mana olmayabilir (dikkatinizi çekiyorum “hiç olmaz” demiyorum; görüşcez birazdan).

Saniyedeki kare oranı ile oynayıp 25 fps PAL bir görüntüyü 23,97 NTSC’ye çevirebilmek bir opsiyon. Gerçi her iki standardı da desteklemeyen bir cihaz kaldı mı dünyada, başka bi soru da, mümkün mü, mümkün.

Videonun sağında, solunda boşluk vb. varsa bunları kırpabilirsiniz. Özellikle 16:9 filmleri doğası gereği 4:3 orana sahip DVD’lere oturtmak için videonun altları ve üstlerinde siyah banttan oluşan alanlar bulunur. Yerden tasarruf etmek için bunları kırpmak mümkün. Ancak yukarıda anlattığımız birbirinin aynı görüntüye sahip ve 2 saat boyunca hiç değişmeyen siyah bir alanın sıkıştırmayla tutacağı alan çok çok az olacaktır; mıncıkladığınıza değer mi, siz karar verin (ben şahsen hiç bulaşmam).

Yeri geldiğinde görüntü kalitesini arttırabilen Deinterlace, Decomb, Denoise gibi filtreler de mevcut yaygın olarak kullanılan. Ancak bu filtreleri kullandığınızda artık orijinal görüntüyü dijital olarak yeniden yaratmaya başlıyorsunuz ufaktan.

Ufağı da aşmak isterseniz, siyah-beyaz, çerçeve oranı ile oynama, aydınlatma, kontrast vb. bir sürü görüntü efekti kullanmak mümkün de, o artık video kodlamadan çıkıp dijital bir sanat yapmaya doğru giden bir konu haline geliyor.

Bir videoyu kodlamakla ilgili kabaca anlatılacaklar bunlar.

Neyle Kodlayalım?


Hangi programı kullanalım derseniz, ben Handbrake kullanıyorum. Ücretsiz, kullanımı kolay ve oldukça kaliteli sonuçlar veriyor. Hemen her işletim sistemi için de mevcut. Yalnız DivX ve Xvid desteği kalktı, haberiniz olsun. Eğer bunlardan birine kodlama yapacaksanız, ben zamanında FairUse kullanırdım ama, piyasada bissürü alternatifi de var.

Benim (ve pek çok insanın) favori encoder'ım Handbrake.

Şunu hatırlatmakta fayda var, program kaliteyi çok etkilemiyor; o codec ayarları ile alakalı. Makine kaynaklarını daha verimli kullanma filan gibi konularda fark var ama asıl en önemlisi kullanım kolaylığı. Hangisi ile daha rahat ediyorsanız onu kullanın; reklam olarak anlatılan lafları çok ciddiye almayın.

Nihai Kalite Hakkında


Şimdi bütün bunlardan sonra, ortaya çıkan videonun kalitesi hakkında biraz konuşalım. Sıkıştırmasız, 1920 × 1080 bir videonun en kaliteli olacağı aşikar ama boyutu bizi bu tercihten uzak tutuyor.

Makul boyutlara indiğimiz çözümlerde CD’ye, DVD’ye sığdırmak gibi nokta atış bir boyut tercihiniz yoksa sabit kalite faktörlü bir sıkıştırma yapmak güzel bir çözüm. Örnek, bir Blu-Ray kaynaktan (hatırlatayım, Blu-Ray de kayıplı sıkıştırma uygulanmış bir videodur) H.264 codec ile kodlarken kalite faktörü 22 seçerseniz orijinale çok yakın bir kalite elde edersiniz. Ancak dosya boyutunuz 1.5 GB’dan başlar 7-8 GB’a kadar değişebilir; filmin süresi ve içeriği önemli tabi ki.

Çözünürlükle oynamak bir akıl gibi gözükse de, hele ki bitrate usulü ile kodluyorsanız çok da anlamlı olmayacaktır. Aynı filmi 4.7 GB için 1920 × 1080 (nam-ı diğer 1080p) ya da 1280 × 720 (buna da 720p deniyor) kodlamanız pratikte pek birşey fark ettirmez. Çünkü ikisinde de aynı bitrate değerini kullanmışsınızdır; neticede kodlayıcı aynı görüntüyü aynı büyüklüğe sığdırmak için 1920 × 1080 çözünürlükte daha fazla kaliteden taviz vermiştir. Bu da daha az taviz verilmiş 1280 × 720 görüntüden çok da farklı olmayacaktır.

Seçilen codec hayati bir karar. Haliyle H.264, VC-1 gibi yeni nesil codecler eskilerden daha performanslı, hem kalite hem de sıkıştırma anlamında. Ama, burada H.264 reklamı yapıyorum sanılmasın; bu aralar o popüler ama yarın başka bişey çıkar, boynuz kulağı geçer.

Dosya Türü Ve Codec


İşin bir de kodlanan videoları oynatma kısmı var.

Önce karıştırılan bir konuya değinelim. AVI, MP4, MKV gibi dosya uzantıları var. Bunlar dosyanın sıkıştırıldığı codec ile doğrudan alakalı şeyler değil. Bu dosya biçimleri bir taşıyıcı (container) biçimini ifade ediyorlar. Kodlanmış video ve ses bileşenlerini, varsa altyazıları bir arada tutuyorlar. Seçimli olanlar (örneğin altyazılar) arasında tercih yapmak, bölüm bilgilerini tutmak gibi oynatıcılar tarafından talep edilebilecek parametreleri bu taşıyıcılar üzerinden sağlıyoruz. Ama, bir MKV dosyasının içindeki video codecinin DivX mi, H.264 mü olduğunu sadece dosya uzantısından söylememiz mümkün değil. Keza, AVI’ler de DivX te olabiliyor, Xvid de ve hatta burada sayılmayan bir sürü şey de.

O yüzden bir video oynatacaksanız, oynatıcınızın hem taşıyıcı dosya biçiminin dilinden anlaması gerekiyor, hem de içindeki videonun codecinden. Kimi zaman uzantısı aynı olan dosyaların bazılarının seyredilip, bazılarının seyredilememesi bundan.

Oynat Uğur’cuğum


İş bilgisayardan seyretmekse, bilinmesi gereken çok bir detay yok. Windows’çular, K-Lite Mega Codec Pack’i indirirseniz ve de default kurulumla kurarsanız hemen hemen herbişeyi oynatabilirsiniz. Bu kurulum size Media Player Classic denen oynatıcıyı da yükleyecektir. GOM Player, BSPlayer gibi başka oynatıcılar da var, artık tercih ve alışkanlık meselesi. Bütün bunların ortak özelliği, codec’i işletim sistemine tanıtıp hangi oynatıcıda oynatırsanız oynatın sisteme kurulu paylaşılan codeci kullanması.

Yeni Linux dağıtımları da kurulurken özel olarak aksini söylemezseniz codecleri kuruyor zaten. O tarafta da farklı oynatıcılar var. Mac olayına hiç girmedim, bilmiyorum.

Ya da pek çok codeci içinde barındıran VLC Media Player alternatifini değerlendirebilirsiniz. Bu arkadaş öyle sistemle filan uğraşmaz, kendi codecini kendi getirir içinde, kendi yağıyla kavrulur. Kendileri Windows, Linux, Mac ve hatta iOS için de mevcuttur.

Bir önceki nesil televizyonlarda bu medyaları oynatmak için harici aletlere ihtiyaç duyulurdu. Önce DivX CD’leri de oynatabilen DVD oynatıcılar çıktı, sonra bunlara USB portu eklendi, derken Popcorn Hour ile birlikte içinde hard diski olabilen, ağ üzerinden dosya oynatabilen bir medya oynatıcı modası çıktı. Medya oynatıcılar hala revaçta ama şimdinin televizyonlarının hemen hepsi USB portuna sahip ve buraya taktığınız depolama ünitelerindeki dosyaları oynatabiliyorlar. Kablolu ya da kablosuz ağ bağlantı noktasına sahip televizyonlar da var (çoğuna SMART (Akıllı) TV deniyor) ve bunlar da haliyle ağ üzerinden video oynatabiliyorlar. Yani aslında medya oynatıcılar televizyonların içine girdi desek yeridir.

Monitör Ya Da Televizyon


Biraz da videoyu gözümüze ileten cihazların ciğerlerine göz atalım. Tip olarak çok benzeseler de, monitör ve televizyon arasında yatan temel bir fark var: görüntü motoru.

Şuradan girelim konuya. Şimdi, monitör dediğimizin de, televizyon dediğimizin de bir çözünürlüğü var. Televizyon dediklerimiz 1920 × 1080 çözünürlükten öteye yeni yeni geçtiler (bkz. Bakalım Bu Gözler Daha Neler Görecek? başlıklı yazı). Monitör teknolojisinde ise çoktandır var daha yüksek çözünürlük değerleri; paraya bakıyor biraz. Ama sonuçta, her ikisinde de (hele ki kocaa televizyonlarda) ekrandaki aktif ışık saçan nokta sayısı (ki bunlara da ekran pikseli demek mümkün) bu değerin üstünde. Haliyle, sizin videodan yolladığınız bir piksele karşı birkaç nokta aydınlatılıyor ekranın üzerinde.

Peki, bu ekranlara 720 × 576 standardında SD bir görüntü gelince ne oluyor? (Ekranı ayarını “ekrana sığdır” şeklinde ayarladığınızı varsayıyorum, yoksa ekranın ortasında etrafı siyah kalacak şekilde seyretmek de mümkün tabi). İşte burada monitör ve televizyon ayrılıyor.

Monitör hemen hiçbirşey yapmıyor. Kendisini en uygun çarpanlı bir çözünürlüğe ayarlıyor, her bir pikseli 4, 9, vb. piksel olarak ekrana aktarıyor ve size gösteriyor. O yüzdendir ki, bilgisayarda da ekran kartını tavsiye edilenden düşük bir çözünürlüğe ayarlarsanız eni-boyu şaşmış, bulanık bir görüntü verir size.

Televizyonlar öyle değil. Bir videoyu, çeşitli teknikler kullanarak (bu da sağlam matematik gerektirir) daha üst çözünürlüğe taşımak mümkün. Bahsettiğimiz de monitörün yaptığı gibi her bir piksel yerine, misal 4 tane aynı renk piksel yakmak değil. Yazılım marifeti ile, örneğin bir çemberi daha yumuşak hatlar olarak ifade edebiliyorsunuz. Buna gavurca “upscaling” yani üst çözünürlüğe ölçekleme deniyor. Üzerlerinde taşıdıkları görüntü motorları ile televizyonlar her bir kareyi bu şekilde işleyebiliyorlar. Üstelik bu işi video sinyalinden gelen çözünürlüğü ekran piksellerine tam olarak adapte etmek için de kullanıyorlar. Televizyonların kalite farkını belirleyen temel bileşenlerden birisi bu işi yapan motorları, yani özel amaçlı üretilmiş işlemcileri (bunun da gavurcası ASIC; Application Specific Integrated Circuit). Hani televizyonlarda 100 Hz, 200 Hz, vb. diye geçen özellik te zaten bu motorun akıllı düzeltme işini saniyede kaç kere yaptığının ölçüsü; ne kadar çok, o kadar net görüntü demek.

Upscale edilmemiş ve de edilmiş bir kare.

Tabi, upscaling yapan monitörler de var, artık hangisi nerede başlayıp nerede bitiyor tam kestiremiyorsunuz da işin özeti bu. Kaliteli medya oynatıcılar çıkışlarında upscaling yapma özelliği de taşıyorlar. Bu olay güzel kokulu deterjanla yıkayıp bir de üstüne güzel kokulu yumuşatıcı kullanmak gibi oluyor; nihayetinde hangisinin kokusunu duyduğunuzu şaşırabilirsiniz.

Neticede güzel bir görüntü gördüyseniz, çok da takılmanın anlamı yok.

Kapanış


Buraya kadar hepsini okuduysanız bravo. Ve teşekkürler. Başta da dediğim gibi, çok uzun zamandır çok şey okudum, denedim, öğrendim bu konuda. Bugün bildiklerimi bilseydim, epey vakitten tasarruf ederdim herhalde.

Çoğumuzun keyif, kimimizin hobi diyebileceği dijital video konusunda öğrendiklerimi temel hatları ile burada paylaşmış olmanın keyfi ile bitiriyorum. Umarım birilerinin işine yarar.

06 Aralık 2012

Bu Ay Da Dört Köşe'yiz

Telekom Dünyası'nın yayınlanması ile birlikte, haliyle bu ay da bizim köşe piyasaya çıkmış oldu.


Depolama sistemleri üzerine karalanan bu yazıda tekilleştirme (deduplication) teknolojisini kadın ayakkabılarına uygulayabilsek ne kadar tasarruf edebileceğimizden de bahsettik. Göz atmak için resme tıklayabilir, Yazılar sayfasına göz atabilir ya da membağı olan Telekom Dünyası e-dergisinin 63. sayfasına bakabilirsiniz.

03 Aralık 2012

Bilişim Optimizasyonu

İlk olarak sizlerden “optimizasyon” sözcüğü için özür diliyorum. Elimden geldiğince yabancı kökenli sözcük kullanmama taraftarıyım ama inanın bu kelimenin tam karşılığı olan bir sözcük bulamadım yıllardır.

Optimizasyon ve bilişim gerçek hayatta çok iç içe iki kavram. Bilişimin temel konusu zaten kişi ve kurumların gündelik işlerini daha verimli yapabilir hale getirmek. Yalnız, bir anlamda hayatımızı optimize eden bilişim kaynakları o kadar yaygın bir hale geldi ki, bu kaynakların ne kadar verimli çalıştıklarını sorgulamanın zamanı da geldi artık.

Konuya şuradan başlayalım: Bilişim bizlerin yapmayı hedeflediğimiz kişisel ya da kurumsal işler için bir araç. Bir iş hedefine ulaşmak için kullanıyoruz bilişimi. Bu hedefin de belirli standartları, belirli kıstasları var. Öncelikli hedefimiz bu standartları tutturmak olmalı. Bunun için gerekli yatırım ne ise yapılmalı.

2000 yıllına kadar bu işler biraz daha az çetrefilliydi. Bilişim cihazlarının kapasiteleri kısıtlıydı. Karun kadar zengin olsanız da, 3 boyutlu bir dosyayı işlemek 200 MHz'lik bir bilgisayarda 3 saat sürüyorsa, bu süreci 2 saate düşürmek için yapabileceğiniz tek şey 300 MHz'lik bilgisayarın çıkmasını beklemekti. Verilen hizmetin süresini teknolojinin limitlerinin belirlediği o günlerde yapabileceğiniz en iyi optimizasyon abartmamaktan ibaretti çoğunlukla.

Tabi, 2000 deyince o zamanlar dot-com balonunun en şişik dönemleri olduğunu da unutmayalım. Bilişim camiası en havalı, çağını yaşıyor, bilişim teknolojilerine yatırım yapanlar da bu yatırımlarının verdikleri her kuruşu misliyle çıkaracaklarına inanıyordu. Derken balon patladı, sonra kuleler yıkıldı. Kurumların ceplerindeki paralar daha kıymetli hale gelince, diğer her alanda olduğu üzere bizim işleri de nasıl daha verimli yaparız diye hal çareleri aramaya başlar olduk.
Bu kadar donanıma gerçekten ihtiyaç var mı? Azaltamaz mıyız?
 
Bugün yaptığımız bilişim projelerinin çok azında performans bariyerine takılıyoruz. Takıldığımız bariyer fiyat/performans oranı oluyor çoğunlukla; bu da optimizasyonun başladığı nokta zaten.

İşe fiziksel mekandan başlayabiliriz aslında. Bir sunucunun veri merkezinde kapladığı alan bile uç uca ekledikçe oldukça bir maliyet teşkil ediyor, hele veri merkezi diye ayırdığınız yer pahalı bir semtte ise. Zaten veri merkezlerini varoşlara taşıdık bu yüzden. İçeriyi optimize etmek için de önce rack, şimdilerde ise blade yapıda sunuculara doğru bir geçişimiz söz konusu.

Sunucularımızın tükettiği elektrikten de tasarruf edebiliyoruz artık. Çalışmasına gerek duyulmayan işlemci çekirdekleri kendilerini kapalı duruma çekerek hem elektrik tüketmiyorlar, hem de tükettikleri zaman yaydıkları ısıyı düşürerek soğutma maliyetlerinde tasarrufa destek oluyorlar. Benzeri akıl disk sistemlerinde de var; çalışmayan disk dönmüyor artık.

Paylaşım bilişimde optimizasyon sağlayabildiğimiz en güzel noktalardan birisi. Birden çok sistemin aynı kabineti paylaşıyor olmasından başlıyoruz işe ama tahmin edeceğiniz üzere konuyu sanallaştırmaya doğru getiriyorum. Evet, artık bir fiziksel sunucunun üzerinde birden çok sanal sunucu çalıştırıyoruz.

Ama sanallaştırma illa ki bir fiziksel kaynağı birkaç farklı sanal parça olarak göstermek değil. Yoksa depolama sanallaştırma PC'lerimizdeki diskleri C: ve D: diye iki farklı parçaya bölmekten öteye gidemezdi. Verileri disklere fiziksel olarak yazmak yerine önce bir tasniften geçirip ona göre işlem yapıyoruz. Böylece depolama kaynaklarımızı çok daha akıllı şekilde yönetmemiz mümkün oluyor.

Aynı tasnif işlemini bugünlerde ağ cihazları da yapmaya başladı. TCP protokolü ile ilgili ufak tefek oynamalar da yaparsanız hem hat kalitesi, hem de bant genişliği anlamında ciddi farklılıklar yakalayabiliyorsunuz.

Boru'dan nasıl daha fazla su akıtırız olayı ağ optimizasyonu başlığı ile hayli popüler.

Her bir teknoloji de bir diğerini tetikliyor. Masaüstü sanallaştırmaya yatırım yaparsanız, PoE standardında zero-client'lar kullanarak istemci bilgisayar kablolamasından bile bir tasarruf sağlamanız mümkün. Aynı teknoloji size her istemci için bağımsız işlemci, bellek ve disk satın almanız yerine toplam kapasitesi çok daha küçük olan bir kaynak havuzundan aynı hizmeti vermenizi de sağlıyor.

Zero client'lar daha ufak tabi, ama asıl mesele ortalama bir PC'nin ¼'ü kadar elektrik tüketiyorlar.

Bilişim yönetimini de unutmamak lazım. Bilişim kaynaklarının yönetiminde otomasyona giderek bu amaçla hizmet veren personelden ve bunların maliyetlerinden de ciddi bir tasarruf sağlamak mümkün. Biraz kendi bacağına kurşun sıkmak gibi oluyor ama olsun.

Unutmamak gereken bir nokta da optimizasyon için harcayacağımız bedelin optimize edilmesi. Sonuçta attığımız taşın ürküttüğümüz kurbağaya değmesi gerekli.

Daha birçok detaylı örnek verilebilir tabi ki. Ancak işin özüne inecek olursak, günümüzde bir bilişim projesini yapmak için kaynakları yığmak yerine, var olan ve yeni alınacak kaynakları daha verimli kullanacak yapıları kurmak daha akıllıca bir yaklaşım. Aradaki fark, hele yıllara yayarsanız çok ciddi rakamlara ulaşabiliyor.

Türkiye’de Teknoparklar

 

Günümüzde iş dünyasında “Üniversite” deyince hemen akla gelen bir kavram oldu Teknokent ya da diğer ifade edilişi ile Teknopark sözcüğü.

Ülkemizdeki yasal ifadesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi olan teknoparkların dünyadaki geçmişi 1950’li yıllara dayanıyor. Türünün ilk örneği Amerika Birleşik Devletleri’nde Silikon Vadisi - Stanford Araştırma Parkı. Bu iş birlikteliğinin ne derece verimli olduğunu anlatmaya gerek yok. Amerika’daki başarının ardından 1970’li yıllarda Avrupa ve Japonya da teknokentler üzerinde bir yoğunlaşma yaşanmış. Teknokent kavramının standartlaşması ve teknokentlerin ortak bir çatı altında hareket etmesi için de 1984’te International Association of Science Parks and Areas of Innovation (IASP) kurulmuş. Bugün ülkemizdeki hemen hemen tüm teknoparklar bu kuruluşa üye durumdalar.

Türkiye’deki ilk teknokent çalışması 1980’lerin sonlarına doğru ODTÜ’de başlamış. Yapılan çalışmaların sonunda, 1991 yılında teknoloji geliştirmeye yönelik kuluçka merkezleri kurmak ana hedefi altında KOSGEB ile işbirliği içinde oluşturulan ODTÜ-TEKMER konunun Türkiye’deki ilk örneği olarak gösteriliyor. ODTÜ-TEKMER’de elde edilen başarılı çalışmalar sonunda Dünya Bankası tarafından hazırlanan bir fizibilite raporunun da desteği ile kavramın yasallaşması sürecine gidilmiş ve 2001 yılında 4691 numaralı Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu yayınlanmış. Bu kanun sonrasında ilk faaliyete geçen teknoloji geliştirme bölgesi 2001 yılında ODTÜ-Teknokent olmuş. Türkiye’de de bir birliktelik sağlanması adına 2010 yılında Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Derneği kurulmuş.

İlk teknoloji geliştirme bölgemiz, ODTÜ Teknokent.
 
Kanunla beraber Türkiye’de toplam 43 teknoloji geliştirme bölgesi ilan edilmiş. 2012 itibarı ile bunlardan 32 tanesi faaliyette. Dünya çapındaki rakam 400 civarında. Bugün dünyada 128.000’in üzerinde firmanın teknoloji geliştirme bölgelerinde faaliyet gösterdiği belirtiliyor.
İlk örneği bilişim sektöründen olduğu için olsa gerek, teknokentler genellikle bilişim firmaları ile birlikte anılıyorlar. Ancak, doğaldır ki konu bununla sınırlı değil; tarımdan spora, inşaattan uzay teknolojilerine kadar aklınıza hangi sektör gelirse gelsin, teknoloji geliştirme bölgelerinde faaliyet gösterebiliyor.

Teknokentlere yüksek talep gelmesi boşuna değil. Teknokent bünyesinde faaliyet gösteren işletmelere sağlanan belirli imtiyazlar iş sahiplerinin ilgisini çekiyor. Öncelikle, teknokentte faaliyet gösteren firmalara sağlanan çeşitli maddi avantajlar var. Belirli vergi kalemlerinde sağlanan muafiyet bunlardan ilk akla geleni. Teknokent firmaları KOSGEB desteklerinden yararlanabiliyorlar; bunların bir kısmı hibe şeklinde bir kısmı taksitli geri ödeme şeklinde olabiliyor. Maddi avantajların yanı sıra teknoloji geliştirme bölgesi yönetimlerinin sağlamakla yükümlü oldukları bazı altyapı hizmetleri de işletme sahiplerinin üzerinden belirli yükleri alıyor.

Haliyle bu avantajlara sahip olmanın bir de bedeli var. Basitçe araştırma ve geliştirme faaliyetlerinde bulunmak zorunda teknoloji geliştirme bölgesi firmaları. Tabi ki kanunda belirtilen şartlar dahilinde.
Aslında 4691 numaralı Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu’nun Madde 1: Amaç başlığı konuyu layığı ile açıklıyor:

“Bu Kanunun amacı, üniversiteler, araştırma kurum ve kuruluşları ile üretim sektörlerinin işbirliği sağlanarak, ülke sanayiinin uluslararası rekabet edebilir ve ihracata yönelik bir yapıya kavuşturulması maksadıyla teknolojik bilgi üretmek, üründe ve üretim yöntemlerinde yenilik geliştirmek, ürün kalitesini veya standardını yükseltmek, verimliliği artırmak, üretim maliyetlerini düşürmek, teknolojik bilgiyi ticarileştirmek, teknoloji yoğun üretim ve girişimciliği desteklemek, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yeni ve ileri teknolojilere uyumunu sağlamak, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulunun kararları da dikkate alınarak teknoloji yoğun alanlarda yatırım olanakları yaratmak, araştırmacı ve vasıflı kişilere iş imkânı yaratmak, teknoloji transferine yardımcı olmak ve yüksek/ileri teknoloji sağlayacak yabancı sermayenin ülkeye girişini hızlandıracak teknolojik alt yapıyı sağlamaktır.”

Kanuni tanımları bir tarafa bıraksanız bile, vatandaş olarak baktığınızda da çok mantıklı bir oluşum teknokentler.

İşi sadece firmalar tarafından ele aldığınızda çoğu firmanın belirli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra bir atalete ulaştığını söyleyebilirsiniz. Firmaları içine girdikleri “al ve sat” döngüsünden çıkartmak için yapılacak en güzel yöntem onları araştırma ve geliştirmey teşvik etmek. Ancak tabi, devlet olarak yapacağınız bu teşviğin de uygulanabilir olmasını sağlamanız lazım. Ekonomik şartlar çoğu firmanın bu tür araştırma ve geliştirme faaliyetleri için bünyesinde daimi eleman barındırmasına olanak vermiyor.

Üniversitelere gelince de farklı bir kısır döngü oluşması tehlikesi ile karşı karşıyasınız. Üniversite olgusunu ortaöğretim kurumlarından ayıran birkaç öğe var. Bir tanesi üniversitelerin sadece öğretim kurumu değil, bir araştırma kurumu kimliğine de sahip olması. Bir ikincisi de üniversitenin yetiştirdiği öğrencinin başka bir öğretim kurumuna değil iş hayatına çıkış yapıyor olması. İşte bu noktada da üniversitelerin sadece öğrenci mezun eden, kendi bünyesinde de teorik araştırmalarla yetinen bir kurum haline dönüşmesi tehlikesi söz konusu. Bu araştırmalara ve araştırmacılara da bir yerden kaynak sağlamanız lazım.

Bir de üniversiteden mezun taze beyinlerin üreteceği fikirleri değerlendirmenin bir yolunu bulmanız lazım. Ekonomik imkanı kısıtlı ama geniş hayalleri olan gençlerin, atalet yolunda ilerleyen firmaların dişlilerine kapılmadan iş hayatına girebilmeleri konusunda bir çözüm bulmak gerek.

Bünyelerinde iki farklı alt yapılandırmayı barındıran teknoloji geliştirme bölgeleri aslında bu üç olgunun yan yana geldiği yerler.

Teknoloji geliştirme bölgelerinin bünyesinde er alan yapılardan birincisi teknoparklar. Bunlar halen ticari sürdüren firmaların araştırma ve geliştirme faaliyetlerini üniversitelerin sahip olduğu araştırma olanakları ile eşleştirmeyi hedefliyor. Bu sayede firmalar araştırma faaliyetleri için üniversitede bulunan araştırma kaynaklarını kullanabiliyor. Üniversitelerin sahip olduğu laboratuvar, kütüphane gibi varlıkların yanı sıra üniversite öğrencileri ve öğretim elemanları da firmalar için personel kaynağı olarak değerleniyor. Üniversiteler ise gerçekten ticari ve teknolojik fayda sağlayabilecek araştırma konularını ekonomik olarak destekleyebilecek finansal kaynaklarla buluşmuş oluyor. Mezunlar, daha önce projelerinde çalıştıkları firmalarda çok daha rahat iş bulabiliyorlar.

Bilkent Cyberplaza'da bulunan Microsoft Kuluçka Merkezi
 
Teknoloji geliştirme bölgeleri bünyesinde bulunan bir bir başka yapılanma ise ilk aşama merkezleri. Kuluçka merkezi olarak da bilinen bu merkezlerin amacı ise yaratıcı fikirleri olan girişimci gençlere destek olmak. Teknoloji geliştirme merkezleri ilk aşama merkezi bünyesinde bulunan firmalara kuruluş, danışmanlık, lojistik gibi pek çok konuda destek olarak bu firmaların ticari hayatta var oluşlarını kolaylaştırmayı hedefliyor. Bu amaç teknopark bünyesinde bulunan firmaların ve akademik kaynakların kullanımını ile sağlanıyor. Yapılan istatistikler, ilk aşama merkezlerinde hayata başlayan firmaların başarı oranının diğer başlangıç firmalarına oranla iki kata yakın daha yüksek olduğunu gösteriyor.

Teknoparkların ve ilk aşma merkezlerinin, üniversite birimleri ile kolay etkileşebilecekleri kampüs benzeri bir ortamda konuşlandırılması ile teknoloji geliştirme bölgelerinin fiziksel yapısı da ortaya çıkmış oluyor.

Genç ve vizyoner çalışanların yoğun olduğu bu kampüsler aynı zamanda sadece sahip olduğu ortam nedeni ile bile araştırma geliştirme yapmayan firmalar için bile cazip iş merkezleri haline geliyorlar. Bugün çok uluslu şirketlerin irtibat ofisleri için dahi tercih edilen yerler teknoparlar. Bunda bu tür firmalarının ekosistemlerinde yer alan firmaların çoğunluğunun da teknoparklarda yer alması etken.

Günlük hayatımızda yer etmiş pek çok şeyin aslında teknoparklarda üretilen projelerden çıkmış olması, bu olgunun ne kadar doğru bir yaklaşım olduğunun ispatı niteliğinde. Hepimizin her gün dolaylı yoldan da olsa kullandığı nüfus ve vatandaşlık hizmetlerinin sürekliliğinin sağlandığı teknolojiler, ticari başarı yakalamış bir araç takip sistemi, gazetelerden takip ettiğimiz insansız keşif araçlarının tasarımı, Çanakkale Savaşı Destanı’nı anlatan Boğaz Harbi oyunu gibi pek çok proje teknoloji geliştirme bölgelerinden çıkma.  Türkiyenin en önde gelen telekom operatörleri ve çevrimiçi satış siteleri teknoparklardan birinde projelendirilmiş Türkçe dil kökenli arama motorları kullanıyor. Hatta çocukların sevgilisi Pepee’nin bile doğum yeri bir teknopark.

Pepee'nin yaratıcısı Düşyeri de ETGB Anadolu Teknoparkı sakinlerinden.

Baksanıza, çoğumuz farkında bile olmadan günlük hayatımızın bir parçası olarak kullanmaya başlamışız Teknopark ürünlerini. Bu örneklere bakınca, Türkiye’de teknoloji geliştirme bölgesi kavramının başarıyla uygulandığını söylemek mümkün.

Bu başarının ödülü olarak 4691 numaralı Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu’nda  31 Aralık 2013’te sona ereceği belirtilen ile firmalara sağlanan vergi avantajları, Mart 2011’de yayınlanan 6170 numaralı kanun ile 31 Aralık 2023’e kadar uzatıldı. Dileğimiz teknoparklarda bu ek 10 yılda bugüne kadar yapılanların çok daha üstünde bir performans sergilenmesi ve teknoparklar sayesinde ülkemizin teknoloji üretiminde lider ülkelerden birisi haline gelmesi yönünde.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek CeBIT Life Magazine 1. Sayı'sının 40. sayfasında aynı başlıkla yayınlanmıştır.

Bulut Bulut Üstüne

 
 
Bazı şeyler isimlerinin hakkını o kadar güzel veriyor ki, onlara bu ismi ilk takan her kimse gidip tebrik edesim geliyor. Bulut bilişim de bunlardan birisi benim gözümde. Adını çizimlerde interneti temsil etmek için kullandığımız bulut şeklinden aldığı kanısı yaygın. Ancak bulut bilişimin masmavi bir bahar gökyüzünde süzülen bembeyaz bir bulut gibi huzur mu verdiği yoksa simsiyah bir sonbahar gökyüzünü kapatıp insanın ruhunu mu kararttığı yoruma açık.

Gerçek hayatta da bulut deyince çok farklı şeyleri anlamak mümkün.
 
Bilişim hizmetlerinin bir gün tıpkı elektrik gibi merkezi bir şekilde sağlanacağı ta 1960'lardan beri öngörülen bir konu. Bugün bu konuyu bu kadar konuşuyor olmamızın sebebi ise orijinal işi bilişim olmayan pek beklenmedik bir firmanın pazarlama başarısı. Bildiğimiz kitapçı Amazon'un 2000'li yılların başında farkına vardığı bir konudan çıkıyor her şey.

Mayıs 2000'de dot-com balonu patlamış, 2001'de malum terör saldırıları olmuş; bilişim sektörü sefilleri oynuyor. Tek ekmeği internetten satış olan Amazon'un bilişime yatırım yapmaktan başka çaresi yok. Veri merkezlerini güncel, son teknoloji ile donatılmış vaziyette tutuyor. Amazon'un gelirinin yarıdan fazlası en Kasım-Aralık aylarında yapılan satışlardan geliyor o dönemde. O yüzden veri merkezleri bu zaman diliminde doğacak ihtiyacı karşılayacak şekilde ölçekleniyor.

“Yahu biz bu bilişim kaynak bolluğunu kalan 10 ayda nasıl paraya çeviririz?” sorusunun en mantıklı cevabının bunu birilerine kiralamak olduğu ortaya çıkıyor. Bu temele dayalı çalışmalar neticesinde 2006 yılında Amazon WEB Service ticari hayatta yerini alıyor. Doğru bir pazarlama stratejisi, diğer firmaların da bu işe uyanması ile sonrası çorap söküğü gibi geliyor.

Kitap, DVD derken, uyanık, başımıza ne işler açtı.

Bulut bilişimde temel felsefe, sizin bilişimden beklediğiniz her ne ise onun size bir hizmet olarak verilmesi. Siz kendinizinmiş gibi davranan bir sunucu da isteyebilirsiniz, ya da e-posta hizmeti, belki de bir depolama alanı. Bu servise ulaşmak için de interneti kullanmanız bekleniyor sadece. Sonrası, “havada bulut, bilişimle boğuşmayı unut” şeklinde. Servis sağlayıcınız kalan tüm işleri sizin adınıza hallediyor.

Tabi böyle yapabilmek için klasik bilişimci kimliğinizden ödün vermeniz gerekiyor. Neredeki bir sunucudan hizmet alıyorum, verilerim hangi merkezlerdeki hangi disklerde duruyor filan, bunlara çok takılmamanız lazım. Bilgisayarınızın prizindeki elektrik Keban'dan mı geliyor, Yatağan'dan mı diye dert etmediğiniz gibi, burada da sağlayıcınıza güvenip istediğinizi alıp alamadığınıza bakacaksınız.

Bulut bilişim diye bir şeyi asıl var eden tabi ki internet altyapılarının bu derece gelişmesi oldu. Bundan 15 yıl önce istemci bilgisayarlarımız ile kurumsal sunucularımız arasında 10 Mbps hızında yerel ağ ile haberleşiyorduk. Bugün internete bağlı istemcilerimiz en kötü 8 Mbps hızında bant genişliğine sahipler.

Hal böyle olunca, 1990'lı yılların sonunda kurum içi aldığımız kalitede bir e-posta hizmetini bugün internette duran Hotmail'den alıyor olmamız hiç de şaşırtıcı değil. O zamanlar popüler olan istemci-sunucu tabanlı yapıya bugün internete bağlı istemci-internette bi yerde sunucu şeklinde yaklaşmamız mümkün; zaten ona da bulut bilişim diyoruz.

Neye bulut denildiği de bambaşka bir konu aslında. Gerçek bir buluta bakan herkes nasıl ki farklı bir şekil görüyorsa, bilişim işinde olan herkes için de bulut bilişim farklı bir anlam ifade ediyor.
Öncelikle birbirinden çok farklı iki bulut bilişim kavramı var. Açık bulut ve özel bulut. Sayısız barajlar, santraller gibi bileşenlerden oluşan ulusal elektrik şebekesi ile birbirini yedekleyen iki jeneratörden oluşan bina sistemi kadar farklılar birbirlerinden.

Daha önce bahsi geçen Amazon açık buluta bir örnek. Ne kaç veri merkezi olduğunu biliyorsunuz, ne nerede olduğunu, ne kullandığınız sistemleri, ne de buralardan başka kimlerin hizmet aldığını. Hizmetin bu örgü yapıdan size getirilmesi bambaşka bir dinamik.

Özel bulut ise belirli bir kullanıcı kitlesine, örneğin bir kuruma ait, başka kullanıcıların dahil edilmediği bir yapı. Hal böyle olunca çoğunlukla organizasyona ait 2-3 veri merkezinde, kuruma ait sistemlerden sınırlı sayıda istemciye kapalı devre hizmet veren bir yapıdan bahsediyoruz.

Yine de her iki yapı da sanallaştırma, çok merkezli çalışma, cihaz ve konum bağımsız çalışabilme, kaynakların dinamik atanması, bilişim kaynaklarının merkezileştirilmesi, güvenlik, yüksek performans gibi ortak özellikleri bünyelerinde barındırıyorlar. Bu saydıklarımıza da bulut bilişim teknolojileri diyoruz zaten.

E, zaten bu saydığımız teknolojileri kendi bilişim altyapılarımızda hali hazırda uygulamıyor muyuz? Çoktan başlamışız hepimiz ucundan bulut bilişime, o yüzden çok da üzerine düşmemek lazım belki. Asıl önemli olan işimizi yapmak, kullandığımızın adı bulut olsa da olur, olmasa da.
 
Daha önce de dediğim gibi, hepimiz aynı buluta bakıyoruz da, kimimiz uzandığı çimenlerden bir yüz görüyor o bulutta, kimimiz tedbirli; şemsiyesini almaya gidiyor.
 
Bazen bulutta Atatürk bile görmek mümkün; tarih 10 Kasım 1953

Bu yazı daha sonra düzenlenerek CeBIT Life Magazine 1. Sayı'sının 32. sayfasında "Bulut Bilişim Üstüne" başlığıyla yayınlanmıştır.