30 Eylül 2012

Kahve Molası

Baler Eskibatman hem liseden, hem de mahalleden arkadaşımızdı. Ankara Atatürk Anadolu Lisesi'nden mezun olduk, Tandoğan'dan da taşındık; herkes kendi yoluna gitti. Ara sıra çeşitli vesilelerle haberleştik ama en son Linkedin ve Facebook'ta kaldı bağlantımız.


Geçenlerde gazetede gördüm albüm çıkartıyor olduğunu. Yolumu bir kitapçıya düşürüp edindim. Keyifli, dinlemesi hoş bir çalışma olmuş; benim tanıdığım Baler de öyle bir insandı zaten. Edinmenizi tavsiye ediyorum.

Sevgili Baler, tebrikler, devamını bekliyoruz.

Ha, unutmadan...

Ne gelmek elimizde, ne gitmek.
Parantezi ne açabiliyoruz, ne kapatabiliyoruz.
Parantezin içi bize bırakılmış ama, onu da sonsuzmuş gibi yaşıyoruz; her şeyi erteliyoruz.
Halbuki sadece hayallerinin peşinden koşmak bile mutlu yaşatabilir insanı.
Hayal bile kurmuyoruz.
Ne biçim insanlar olduk biz ya?

27 Eylül 2012

Muse: The 2nd Law (Sızma Albüm)

Muse'un 6. stüdyo albümleri The 2nd Law için ha çıkarttılar, ha çıkaracaklar derken biz, bir de baktık ki albüm alemlere "sızmış". 23 Eylül'de meydana gelen bu sızma üzerine grup da radikal bi kararla "o düşük kalite sızmayı dinleyeceğinize, buyrun biz size orijinalini verelim" deyip albümü kendi web siteleri üzerinden dinlemeye açtılar. Çok da yerinde bir karar, korsan dinlemek isteyen zaten bir şekilde dinliyor nasıl olsa. Albümün resmi çıkış tarihi hala 1 Ekim 2012 olarak gözüküyor.

Albüm kapağı Human Connectome Project'ten (başlı başına bi mevzu) alınma.   

Dün bir rapor yetiştirmek için oğlanı uyuttuktan sonra, burnumu, boğazımı ve de zihnimi açmak için devegücütazıhızı şerbetimi içip bilgisayarın başına oturup Muse'un sitesini açtım ve de albümü dinlemeye başladım. Ben işimi bitirene kadar 3 tur döndü albüm.

Şimdi benim ilk yorumum, güzel bir albüm. Dinleyin. Keyif alırsınız.

Biraz detaya girecek olursam, söyleyecek pek çok şey bulmak mümkün. Evet, Muse da olgunlaşıyor. Bi Absolution değil dinlediğiniz; bi Hysteria yok, bi Time Is Running Out yok. O 9 sene önceymiş. Daha ziyade Black Holes And Revelations ile başlayan, The Resistance ile devam eden bir bütünlük, bir kararlılık hakim albüme. Başa alıp tekrar tekrar dinleten bi şarkı olmadı ama, dedim ya, albümü 3 kere ard arda dinledim.

Müzisyenlerin işi de zor; hele belli bi seviyenin üstünü yakalayanlar. Kendini tekrar etmeyeceksin, ama çizgini de koruyacaksın. Sonunda da insanları mutlu eden bir albüm yapacaksın. Bu pencereden bakınca da, "e daha ne yapacak adamlar" demek lazım The 2nd Law için.

Şarkılardan Survival'ı zaten 2012 Londra Olimpiyat Oyunları'nın resmi teması olarak tanımıştık. Diğer single Madness da hoş şarkılardan birisi . Ama ne yalan söyleyeyim, ilk sürpriz, Bond temalı ilk şarkı olan Supremacy oldu. Her ne kadar bu işi Adele ablanın "Let The Sky Fall" şarkısı ile yapacağı konuşulsa da  Supremacy de Skyfall filminde Bond şarkısı olması hedeflenerek bestelenmiş.

Hadi size bi de kıyak yapayım; albümü dinlemek için site site gezmeyin. Soundcloud'a yüklenen albümü buraya yerleştireyim. Kenardan çalsın.

26 Eylül 2012

Aşık Veysel

Dün Neşet Ertaş'ın vefatını öğrendik. Allah rahmet eylesin; çoğumuzun onun olduğunu bile bilmeden beynimize kazınmış pek çok eserin sahibidir.

Hali ile dün sohbetlerde konu Anadolu müziği üzerine döndü bir miktar. Bir şekilde Wikipedia'da Aşık Veysel başlığına gittim. İngilizce'si neredeyse 8 sayfa süren başlığın Türkçe'si 4 paragraf. Almanca'sı, Kürtçe'si bile daha detaylı bilgi veriyor.

Tek artı, Türkçe sayfada resmi var rahmetlinin.

Benim çok uzmanı, bilgi sahibi olduğum bir konu değil. O yüzden konuyu daha iyi bilen arkadaşlara devretmek daha doğru olur diye düşündüm.

Yok mu aranızda dünyanın referans kabul ettiği Wikipedia'da Aşık Veysel başlığını daha zenginleştirecek bir arkadaş?

Ünlü gitar virtüözü Joe Satriani'nin Asik Veysel şarkısı ile yazıyı kapatayım.


24 Eylül 2012

Turpsuz Noodle Çorbası (Ya Da, Emre Nasıl Evde Çorba İçmeye Başladı?)

Emre ve yaşıtları çocukların enteresan özelliklerinden bir tanesi de kreşte hiç sorun çıkarmadan yaptıkları pek çok şeyi evde anne ve babalarının yanında yapmamalarıdır.

Yakın zamana kadar çorba içmek de Emre için bu kategoriden bir davranıştı. Kreşten verilen bilgi formunda istisnasız olarak her öğlen çorbanın yanında (+) işareti görmemize rağmen, bir yıla yakın süredir evde ağzımıza bir kaşık çorba koymamıştık.

O yüzden Çeşme'de tatilde bir akşam saat 9:00 civarında Emre'nin gelip de "baba, ben turpsuz noodle çorbası istiyorum" demesi bende şok etkisi yarattı.

"Turpsuz noodle çorbası" kavramı bu aralar her gün en az bir kere seyrettiğimiz Kung Fu Panda 2 filminden gelme. Po'yu evlatlık edilen baba kaz Bay Ping, Po'yu bulduğu günden itibaren çorbasını turpsuz yapar, çünkü Po'yu bulduğu gün sandıktaki turpları Po yemiştir.

Po ve babası Bay Ping meşhur noodle çorbalarını servis ederken.

Zaten beni şoke eden kısım da "turpsuz noodle" kısmı değil, "çorba" kısmıdır. Akşamın o saatinde yazlıkta bulduğum yegane hazır sebze çorbası paketinin içine bir avuç şehriye atarak icad ettiğim "turpsuz noodle çorbası"ndan 2 kase içmesi ile, Emre'nin evde de çorba içmesi başlamış oldu.

Ankara'ya dönünce de muhtelif çorbalar "tavuklu noodle çorbası", "kırmızı noodle çorbası" gibi etiketlerle pazarlanarak bu keyfe devam edildi. Ancak olay, yine benden çorba istediği geçen cumartesi boyut değiştirdi. Ve Emre, "baba çekil, ben yapıcam" diyerek kaşığı ele aldı.

Emre Usta'dan "turpsuz noodle çorbası" yapılışı.

Kendi yaptığımız çorbadan koca bir kase içtiğimiz gibi, anne ve babanın da çorbalarını bitirdiğinden emin olduk.

Bugün kreş çıkışı parkta oynadık biraz. Güneş batınca eve gitmemiz gerektiğini söyledim. Aldığım cevap "baba, ben eve gidip çorba yapmak istiyorum" oldu. Parkta oynayan diğer çocukların ebeveynlerinin şaşkın bakışları eşliğinde evimize geldik.

Bu da bugünkü mutfak pozumuz.

Çorba yapmak da kesmedi beyimizi, nohutu da ısınırken karıştırdı, makarnayı da suya bizzat kendi attı.

İşin güzeli, eli değdiği tüm yemekleri de itiraz etmeden yiyor. 

Ve çorba... Gayetle güzel çorba içiyor.

Teşekkürler Dreamworks ve Kung Fu Panda.

21 Eylül 2012

I Feel Good...

... (dırı dırı dırı dım), I knew that I would, now (dırı dırı dırı dım)
I feel good (dırı dırı dırı dım), I knew that I would, now (dırı dırı dırı dım)
So good (dıt dıt), so good (dıt dıt), I got you (dat dat dat dat dat)

Vallahi, bu sabah 7:30'da kalktığımdaki halimi daha iyi anlatan bir Türkçe şarkı bilseydim onu yazacaktım. Ama, James Brown büyüğümüzün genelde "I Feel Good" diye anılan ama asıl adı "I Got You" olan şarkısı cuk oturuyor hislerime.

Bu sabah kendimi iyi hissettiren ve evde sahip olmamın çok iyi olduğu şey ise Tylol Hot.

Natürmort: Grip adamın mutfak tezgahı

Sabahın kısa özeti şu: 5:30 sularında ter içinde, genizler dolu dolu uyanılır. Sabahki randevuya yetişmek için 7:30'a kuruludur alarm. "Daha uyumam gerek" konulu, adamı hayatta uyutmayan uyku sersemi takıntısı başlar. Burun tek taraflı çalışmakta, eklemler "Lego olsam da sökülsem" kıvamında sancımaktadır. Bir süre sonra bilinç 44 yıllık tecrübesi ile bu ruh ve beden halinde uyumanın mümkün olmadığını fark edecek seviyeye gelir. Kalkılır, mutfağa gidilir, kettle ile su kaynatılır. Oğlanın Ben 10'li kupalarından birisine Tylol Hot boşaltılır. İçine önce 2 parmak su dökülür ki foşurdayıp taşmasın. Karıştırılır. Kalan su eklenir. Yatağa gidilir, okunmakta olan kitap ele alınır, ağır ağır Tylol Hot yudumlanır. Ve uykuya dalınır.

Sabah 7:30'da alarm çaldığındaki durum "kötü değil" değildir. "İyi"dir; çok çok iyidir hem de. Öyle iyidir ki hem de cep telefonundan Facebook'a bağlanıp tüm dostların önünde Tylol Hot'a olan aşk itiraf edilir.

Kendisi ile tanışıklığımız 10 sene öncesine dayanır. İlk defa içmemi önerdiklerinde burun kıvırdığımı, fakat ısrar üzerine dayanamayıp içtiğimi hatırlıyorum. Ama, tabi 20 dakika sonra beni ayağa diktiğinde "Şimdi soruyorum büküp boynumu, Daha önceleri neredeydiniz?" dedirtmişti bana.

2002 Aralık ayında HP'de çalışırken bir ihaleye hazırlanıyorduk. İşi toparlayacak sevgili arkadaşım Tuncay Marmara ve ben vardık sadece. Bir hafta geceli gündüzlü dosya hazırlarken ve de ikimiz de dökülür haldeyken bir haftamızı Tylol Hot ve Red Bull içerek tamamladığımızı bilirim. İyi, birşey olmamış ikimize de.

Pek çok insan Tylol Hot'un uyuttuğunu söyler. Bende de tam tersi. Cin gibi oluyorum; yerimde duramıyorum.

Sadece bedenen de değil. Zihnim nasıl açılıyor, neler neler üretiyorum, kendim bile şaşıyorum. Artık içindeki psödoefedrin burnu açıp da beyne oksijen mi yolluyor, yaksa direk kafa mı yapıyor bilemeyeceğim ama yaratıcılıkta sınırlarımı zorlatıyor bana.

26 Ocak 2012, mekan 4S Bilkent Teknoloji Çözüm Merkezi. Hastalıktan geberiyorum ama akşamüstü de IBM'den arkadaşlar ve yeni tanışacağımız birileri gelecek; gelecekler de birlikte düzenleyeceğimiz etkinlikte ne anlatacağız; onu konuşacağız. Ateşim de var. Neyse, toplantıdan 10 dakika önce bi tek attım. Tanışma faslından sonra Kürşad kardeşimiz "abi nası bir senaryo düşünüyorsun?" diye sordu. 10 dakika içinde icad ettiğim senrayo ile Ankara'da o kadar güzel bir etkinlik yaptık ki, IBM aynı senaryoyu İstanbul'da başka bir işortağı ile tekrar etti. Hikayeyi bir de 4S Pazarlama ve Halkla İlişkiler Uzmanı olan Deniz Ergin'den dinlemenizi tavsiye ediyorum; dış göz olarak onun anlatışı da çok keyiflidir.

Söz konusu etkinlik sonrası 4S ve IBM'liler. Etkinlik çok keyifli geçmişti.
 
Şimdi, zararı var vb. diyenler var. Doğrudur belki. Ama sigaram yok, içki çok değil. Ayda yılda bir hasta olduğumda da Tylol Hot keyfime karışmayın. Seviyorum uleyn...

Benim için bir de Umca ile Apranax vardır ilaç hayatımda. Onları da başka sefere anlatırım.

Notlar:
  • Bu yazıyı yukarıdaki natürmort resminde hazırladığım Tylol Hot'ın etkisi altında yazdım.
  • Tylol Hot konulu bir yazı yazarken konuyu 4S, HP ve IBM'li bir yere nasıl getirdiğimi ben de anlamadım.
  • Yazıya James Brown ile başlayıp arada bir yerde Müzeyyen Senar linki verdiğime inanamıyorum.
  • Emre'nin de ağız burun tıkalı, alnı soğuk. Minoset içirdim ama çok etki etmedi sanki. Baktım, Tylol Hot Pediatrik'i 6 yaşın altına tavsiye etmiyolar. Olmadı bi kaşık da İbufen içireceğiz.

20 Eylül 2012

Facebook bir işletim sistemi midir?

Biraz manasız gözükebilir. Ama epey bir zamandır kafamda sorguladığım bir konu. Dün dayanamadım Google'a sordum bu soruyu. Benim gibi soran birkaç kişi daha çıkmış da, soruya doğru dürüst cevap veren olmamış.

Oyunları geçtim de, üzerinde Microsoft kökenli bir ofis paketi de dahil olmak çalıştırabildiğiniz yüzbinlerce uygulama olan bir platforma neden işletim sistemi demeyesiniz ki?

Buyrun bakalım, size Office for Facebook :)

İşletim sisteminin bir tanımı "İşletim sistemi, bilgisayarda çalışan, bilgisayar donanım kaynaklarını yöneten ve çeşitli uygulama yazılımları için yaygın servisleri sağlayan bir yazılımdır." diyor (bkz. Vikipedi). Şöyle de güzel bir şema koymuş:

 
Şimdi bu resimin iki ucunu tartışmaya gerek yok. Kullanıcı biziz, donanım da donanım. Soru aslında şurada; işletim sistemi nerede başlıyor, nerede bitiyor?

Acaba doğrudan Facebook'a bağlanan bir istemci yapsak tutar mı? Bulut Bilişim dediğimizin bir ucu da oraya mı çıkıyor?



Az önce bir arkadaşımla konuşurken, Facebook için uygun olabilecek bir kategori adı bulduk: Tarayıcı İşletim Sistemi (Browser Operating System). Her hakkı bize aittir, habersiz kullanana dava açıcam :)

Sizin Cep'inizde bir savaş var!

Hiç şüphe yok ki 2012 sonbaharında teknoloji meraklılarının en çok geyik yaptığı konulardan bir tanesi de yeni dalga akıllı telefonlar oldu. Hangi teknoloji sitesini açarsanız açın, illa ki bu konu ile ilgili bir yazı görüyorsunuz; Facebook gibi paylaşım sitelerinde (ben de dahil olmak üzere) konuyla ilgili makaleler paylaşılıyor. Bir muhabbet, bir muhabbet. Kopyala/yapıştırın ötesine giderek iki satır da kendim karalamak istedim.

Ürün inceleyip anlatmak gibi bir niyetim yok. Yazımın sonunda da söyleyeceğim şeyi başta da bir kez gündeme getireyim; bu savaştan galip çıkacacağı garanti olan tek şey tüketim ekonomisi. Her savaştan da o galip çıkmıyor mu zaten?

Önce filmin oyuncularına bir bakalım.


Savaşı kızıştıran üç yeni cengaver; iOS'lu iPhone 5, Android'le Galaxy S3 ve de Windows 8'li Lumia. Yanlarında duran Blackberry'de bu aralar çok bi hareket yok.

Akıllı telefon denen mereti dünyaya tanıtan Palm çoktan tarih oldu. Windows Mobile'lı cihazlar dolandı ortalıkta bir ara, Symbian'lar gördük ama işin hakkını vermek gerekirse iPhone ile akıllı telefon kavramı başka bir boyuta erişti. İster Apple teknolojisi deyin, ister Apple pazarlaması ama sonuçta akıllı telefon kavramını geniş kitlelere eriştiren Apple oldu. Telefon donanımını da kendi üretmesi, uyumluluk, kararlılık, basitlik gibi konularla kullanıcıları mutlu etti. Apple hala da bu başarısının keyfini sürüyor.

Savaşımızın bir başka kahramanı da Android. Patent meseleleri beni ilgilendirmiyor ama benim gözümde de Android, iOS'un başarısını görüp, alternatif yaratma felsefesini taşıyor. Ha, yanlış anlaşılmasın, bu Android'i benim gözümde daha değersiz kılmıyor. Rekabet iyidir, gelişmeyi körükler. Kimbilir, belki Android bu kadar baskı yaratmasa, iOS da Symbian'ın zamanındaki rehaveti ile bu kadar hızlı gelişmezdi. Samsung, LG, HTC gibi iddialı telefon üreticilerinin bu işletim sistemini sahiplenmeleri de Android'in popülerliğini arttırdı.

Microsoft da bir zamanlar Windows Mobile ile sahip olduğu pazarı Windows Phone işletim sistemi ile yeniden kazanma peşinde. Windows Phone 8'i henüz görmemekle beraber, bir Windows Phone 7 kullanıcısı olarak işletim sistemimden oldukça memnun olduğumu söylemek isterim. O yüzden Windows Phone 8 kullanan telefonların da gayet keyifli olacağını düşünüyorum. Nokia'nın Symbian'ı bırakıp bu platforma yönelmesi, HTC ve Samsung'un desteğinin Microsoft'u nereye götüreceğini göreceğiz.

Bir de Blackberry var. Yüklendiği "ağır abi" imajı ile diğer platformlara çoluk çocuk muamelesi yapıp kurumsal kullanımda kendi pazarını oluşturdu. Yine de, o çoluk çocuk platformlarındaki görsellik, uygulama çeşitliliği gibi kalp kazandıran özellikleri de takip etmeye çalışıyor. Donanım ve işletim sistemini kendi üreterek kurumsalların en önem verdiği kararlılık konusunda şimdiye kadar iyi gitti. Şu aralar alevlenen savaşta sessiz sedasız duruyor; bilinen yeni bir telefon modeli duyurusu bile yok.

Şimdi gelelim savaşa.

Doğruluğunu tartışmayacağım ama asıl maksadı yansıtmadığını düşünüyorum. Wikipedia'dan alıntıdır.

Yukarıdaki ve benzeri grafikler biz tüketicileri fanatizm ile gaza getirmekte çok iyi işe yarıyor. Dikkatinizi çekmek isterim ne bu grafikte, ne de bu grafiğin kaynağı olan sayfadaki diğer grafiklerde; ne hikmetse dolar lafı geçmiyor. Yazının başında bahsettiğim makalelerde de kurgu çoğunlukla "şu öne geçti, bu geri kaçtı, aman bu çok iyi gidiyor", ya da "onun ekranı bunu döver, öbürünün bilmemkaç çekirdeği var" üzerine. İyi de, bu adamlar yarışçı mı?

Hiçbiri bu telefonları babasının hayrına geliştirmiyor. Hepsinin amacı satış yapmak kar etmek; ama cihazdan, ama işletim sisteminden, ama uygulamadan, reklamdan. O yüzden Apple % bilmemkaç satmış Microsoft atakla şurdan şuraya yükselmiş... Bunlar boş. Yapılan yatırımdan daha yüksek ciro geldi mi? Mesele yok. Zaten ticaret dediğin bu.


2007 başından bu yana akıllı telefon satış rakamları. Kaynağı gene Wikipedia.

Grafikteki rakamları topladığınızda kabaca 1.5 milyar adet buluyorsunuz. 7 milyar nüfuslu dünyada, 1 milyar insanın da aç olduğunu düşünürseniz, çoktan doyuma uğramış bir pazardan bahsettiğimizi söylemek yanlış olmaz. Talep yaratmak lazım ki, daha da satılsın.

İster küresel, ister tek bir ürün için olsun, duraksamış bir ekonomiyi hareketlendirmenin en bilinen yollarından biridir savaş, ya da rekabet. Her zaman için bir hareketlilik, bir canlanma, yanında da bir ekonomi doğurur. Kelime anlamı ile savaşlarda milletler kamp olur; silahlar yapılır, satılır, fabrikalar işler, yastık altı paralar çıkar, devletler tahvil satar ve silah tüccarları zengin olur. Ama insanlar ölür. Lafta kalan savaşlarda da firmalar taraf olur, telefonlar yapılır, satılır, uygulamalar geliştirilir, hisse senetleri satılır ve bu işin tüccarları zengin olur. Allah'tan kimse ölmez de, daha faydalı işlerde kullanabileceğimiz paraları buralarda harcarız.

Akıllı telefon alıp da kullanacak hiç kimsenin ihtiyaçlarını firmanın satış yüzdesi, işlemcisinin hızı, işletim sisteminin sürümü belirlemez. İster alo demek, ister Facebook, ister Angry Birds için alıyor olalım, asıl hedefimiz bir takım ihtiyaçlarımızı karşılamak.

Bugüne kadar kullandığım hiçbir telefonun işlemci çekirdeğini tatmadım. İşlemciyle bizzat konuşmadım, işletim sistemine iki satır kod yazmadım. Ben çekirdeğimi çitlerken karşımdaki insanla konuştum, onlara mesajlar yazdım.

Bu yüzden bana "hangi telefonu alalım?" diye soranlara hep aynı cevabı veriyorum. Gidin bir teknoloji marketine, alın elinize hepsini, bir mıncıklayın, fotoğraf çekin, tipine bakın. Sonra da içinize sinen en uygun fiyatlıyı alın. Konu bence bu kadar basit.

Kendi tercihimi de, düşünce biçimimi anlatması adına açıklayayım burada. iPhone'u sevmiyorum. Tipini sevmiyorum, arayüzünü sevmiyorum. Ben telefon alırken Galaxy S2 en baba Android'li telefondu, onda bile ekran kaydırırken bir bulanıklık olduğunu hissettim. O da ordan kaybetti. Blackberry'yi de iPhone'a benzer sebeplerle tercih etmedim. Geriye Windows Phone 7 kaldı. Outlook'u güzel, ekran görüntüsü iyi, Metro arayüze de ısındım. Samsung Omnia 7'yi aldım gitti. Evet, hele ki Türkiye'deki pazar payı yok denecek kadar az, işlemcisi eski moda kaldı, say say, 50 tane kusur bulursun bulmasına da, ben memnunum. Kırılmadığı sürece de kullanmaya devam edeceğim.

Ha, ama kimseye gidip de illa benim telefonumdan al demem. Bu benim zevkim, benim ihtiyacım. Herkes gitsin, kendi dinamiklerine göre beğensin.

Bunca laftan sonra...

Eğer yeni bir akıllı cep telefonuna ihtiyacınız varsa, görün beğenin, alın. Ama sağda solda yazanlara, rekabet adı altında verilen fanatizm ve teknik özellik gazına gelmeyin.

Piyasadaki savaş cep telefonları arasında değil. Sizin cebiniz ile üreticilerin cebi arasında. İkisi arasındaki yol da cep telefonlarından geçiyor.

06 Eylül 2012

Domates, Peynir, Ekmek Nasıl Yenmeli?

Türk mutfağı dünyanın en zengin mutfaklarından birisi; kebabından zeytinyağlısına kadar çeşit çeşit yemek var. Var olmasına var, hepsini de ayrı seviyorum ama domates, peynir, ekmek üçlüsünün hayatımdaki yeri apayrı.


Ayaş domatesinin de mevsimi gelmişken hele, ben iyice abanırım bu üçlüye şimdi.

Fazla uzatmayayım. Domatesi soyup, çok hafif tuzlayacaksın. O kenarda bekleyecek. Ekmek taze olacak.

Ağzına önce bir parça peynir atacaksın. Çiğnemeyeceksin. Hafifçe yutkunur gibi yapacaksın ki peynirin tuzlu tadı ağzının içine yayılsın.

Sonra sırada domates var. Domates zaten sulu olduğu için burada varyete yapmana gerek yok; domatesi ağzındaki peynirin yanına koy yeter. Daha yutmadığın peynirin tuzunu domatesin suyu çeşnilendirecek.

Şimdi, ağzına taze ekmeği alıp, domates iyice tat organlarını köreltmeden çiğnemeye başlayabilirsin.

Mutluluk budur.

Artık öğününe uygun olarak bir yudum çay, bir yudum soğuk su ya da bir yudum sek Tekirdağ rakısı içebilirsin. Ya da aynı sıralamayı baştan alabilirsin. Keyfine kalmış.

Peynir olarak Ezine koyun ilk tercih. Zevke göre değişir tabi, Akhisar ya da Bergama tulum, Ezine keçi, tam yağlı beyaz, yeri gelir Karper de olur ama, bendeki ritüel muhakkak yukarıdaki şekilde gerçekleşir.

Bazen peynirin yerini etli, sulu bir Gemlik siyah zeytini alır. Yeşil domat zeytin de olur ama... bir şartı var. O zeytin limonlu zeytinyağlı sosta beklemiş olacak. Ve ekmeği de o sosa banıp öyle ağzına atacaksın.

05 Eylül 2012

Dört Köşe

Halen Telekom Dünyası dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yürüten Yusuf Çağlayan ile 4S'te görev yaptığım sırada tanıştık. O da o zamanlar İnterpro Medya adına çalışıyordu. Benimle yaptığı röportajlar her seferinde çok keyifli sohbetlere dönüştü. Bu sayede de dostluğumuz pekişti.

Önce o işini değiştirdi, ardından ben 4S'ten ayrıldım. Sağolsun, bir gün halimi hatırımı sormak için aradı; telefon kesmedi birşeyler yiyip içelim dedik. Sohbet esnasında ben planlarımdan, o da dergiden bahsetti. Sonra da bana çok hoş bir teklifte bulundu: "Dergide bir köşe yazar mısın?"

57. sayfaya doğrudan ulaşmanın yolunu maalesef bulamadım.

Kafasında çok şey olup da bir yerlerde paylaşma hevesinde birisi olarak balıklama atladım haliyle. Köşenin teması konusunda anlaştık. İlk dört yazının başlıklarını belirledik... Ve dün yazılardan ilki yayınlandı. "Devir Akıl Devri" başlıklı yazı için tıklayıp 57. sayfaya göz atarsanız okuyabilirsiniz.

Köşeye ad bulma konusunda epey bir kafa patlattık. Sonuçta Dört Köşe'yi bir sayfanın dört köşesi arasında keyifle okuyabileceğiniz birşeyler yazabilme umudumu yansıttığı için seçtim.

Umarım beğenirsiniz.

23.09.2012

Bugün itibarı ile Telekom Dünyası'nın web sitesi düzenlemesi ile köşeye doğrudan da ulaşılabiliyor, linki http://www.telekomdunyasi.com/index.php?cid=27&yid=4

04 Eylül 2012

Bu Aralar Çok Sevdiğim Adana Dürüm

Blog yazmaktaki amaçlarımdan birisinin de öyle herkesden duyamayacağınız deneyimlerimi paylaşmak olduğundan bahsetmiştim.

Ankara Yaşamkent’te oturuyorum. Zamanında kardeşim, kuzenime bizim evi tarif ederken “Polatlı’ya var, kime sorsan gösterir” ifadesini kullanmıştı; abartı faktörünü çıkartırsanız fena bir tarif değil aslında. Bu tarife uyan bir mekandaki  bir kebapçının “önünden geçmeniz” çok olası değil haliyle. O yüzden mahallemin alışveriş merkezi olan Karina Plaza’daki Karina Kebap ve Pide’nin Adana Kebap’ının ne derece lezzetli olduğunu ben paylaşayım sizlerle.

"Orda, Karina Plaza var uzakta"
Bizim doğal yaşam alanlarımızdan biri olan Karina Plaza’da dolanırken bir akşam oturup yemek yiyelim dedik. Öncelikle ilgi ve alakanın gayet dozunda olduğunu belirtmek istiyorum. Kibar, ilgili ama insanı da boğmayan çalışanları var.

İlk deneyimimizde Emre için tavuk şiş, kendimize de Adana sipariş vermiştik. Önden de çiğ köfte.

Çiğ köfteden başlayalım. Etsiz ama benim damağıma çok uygun. Kuru değil, zehir zemberek acı değil. Yuttuğunuzda ağzınızda hoş bir tad bırakıyor ama bunu ağzınızı komple biberle kaplayarak yapmıyor. Yanında verilen marul, lavaş vb. de güzel. Özetle beni buradan kazandılar bir kere.

Sonra Adana geldi. İlk deneyimimizdeki Adana Kebap’ı porsiyon olarak almıştık. Bunun için de tek söylenebilecek kelime “lezzetli” olur. Eti güzel, gene acısı dozunda, baharatları kararında. Açıkçası keyifli bir öğün olmuştu bizim için.

Aynı gün, Emre’nin tavuğundan da otlandık; onun da tavuk şişin klasik sıkıntısı olan kuruluk sorununu yaşatmayıp, ağızda güzel bir tad bıraktığını aktarayım.

Ama benim için asıl bomba, bir öğlen evde tek başımayken dürüm Adana sipariş vermem oldu. Daha önce de bahsettiğim gibi, Adana kebap zaten lezzetli. Ancak usta dürüm yaparken içine koyduğu domatesini, soğanını, tuzunu vb. tam benim damağıma göre ayarlamış. Resmen mest bir şekilde bitirdim dürümü. O gün bir tesadüf mü diye tekrar sipariş verdim; şu an 4. denemem ve hiç sekmedi. Aynı lezzet ve aynı keyif.

Ancak, bu noktaya kadar saydığım başarıyı pideleri için söyleyemeyeceğim. Fırıncızade stiline alışmış Yaşamkent’liler için biraz yavan kaçıyor. Hamuru fena değil ama malzeme konusunda biraz daha özen gösterilebilir.

Porsiyonları doyurucu, fiyatları makul olan bu mekanın yemeklerini tüm dostlara tavsiye ediyorum. Çiğ köfte ve Adana dürüm olmazsa olmazlarım. Bunları yemekten bıkarsam diğer çeşitlerle ilgili de eklemeler yaparım.

17.09.2012
Bugün kuzu şiş dürüm de denedim. Adana kadar başarılıdır. Tavsiye olunur.