29 Mayıs 2015

Elektrik Üretilmez, Tüketilir

Son yazdığım Nükleer Mevzular başlıklı yazım vesilesi ile pek çok dostumla farklı açılardan fikir paylaşma şansım oldu. Yazdıklarımı haklı ama rahatsız edici bulanlar çoğunlukta; ancak onlara da benim meslek gereği zaten bildiğim bazı şeyleri açıklamak durumunda kaldım. Aklımdayken buraya da dökmek istedim.

Elektrik enerjisi ile ilgili çoğu insanın bilmediği ya da fark etmediği bir gerçek vardır. Elektrik üretilmez, tüketilir!

Şimdi, elbette üretilmeyen bir şeyi tüketmek mümkün değil. Ancak elektrik işinin doğası üretilen enerjiye değil tüketilen enerjiye göre belirlenir.

Şöyle açıklayalım. Misal, kömür. Kabaca yılda 70 milyon ton kömür üretiyoruz. Pek güzel. Yaktığımızı yakarız; yakmadığımız depoda durur. Kara günler için rezerv tutarız depoda, acil bi durum olursa onları yakarız filan. Bisküviden giysiye çoğu arz talep dengesi üretim odaklı olduğu için bu yöntemi benimsemişizdir.

Tüketim talebine uygun kaynakların devreye alınması ve iletimi için gerekli
düzenlemelerin yapılması için SCADA dediğimiz basit bir mekanizma kullanılır.

Oysa elektrik öyle değildir. O an şebeke sizden ne talep ederse onu üretebiliyor olmanız gerekir. Daha önceden üretip de bir kenara koyma şansınız da yoktur; maalesef endüstriyel ölçekte akü, pil gibi bir teknoloji yok. O yüzden problem "ne kadar elektrik üretebiliyoruz" değil "ne kadar elektrik tüketim talebi var" şeklinde ele alınır. Anlık talebi karşılayamazsanız frekans düşer... Ve karanlıkta kalırsınız.

Problemin bu doğası, elektrik üretmekte kullanılan teknolojileri doğrudan etkiler.

En kolayı barajlardır. Sistemdeki anlık talep artışı gözlenerek barajlarda uygun sayıda türbine su aktaran kapaklar açılır. Baraj suyu depoladığı için bir nevi rezerviniz bile vardır.

Termikler daha zordur. Orada da kömür, doğalgaz vb. depolayabilirsiniz. Ancak santralın işlevsel hale gelmesi için yakıtı tutuşturacaksınız, su kaynayacak, buhar çıkacak da türbin döndürecek. Saatler sürdüğü için bu santralları sürekli "sıcak " tutmanız gerekir. "Suyu kaynat, oldu oldu, olmadı çay demleriz" yaklaşımı ile buralarda elektrik üretmeseniz de sürekli doğal yakıtları tüketirsiniz.

Nükleer santrallerde zaten doğası gereği santralin 7x24 çalışması gerekir. O yüzden son derece güvenilir enerji kaynaklarıdırlar; sabit bir üretimi garanti ederler.

Rüzgar en güvenilmez enerji kaynaklarından biridir. Ne zaman eser, ne şiddette eser; ancak tahmin edilebilir. Hiçbir güvenceniz yoktur.

Keza güneş de pek sağlam ayakkabı değildir. Bir kere gece enerji üretemezsiniz - ki elektriğe asıl ihtiyacınız olan zamandır. İkincisi bulutlar yoğunlaşıp önce yağmur sonra kara döndüğünde güneş santrallerinin randımanı düşer. Kışın aniden hava soğuyup da millet UFO'ları yaktığında güneş ortada yoktur. Hele bir de gece hava iyice soğuyup ampuller yandığında...

Aslında gündüz gelen ısıyı eriyik tuzu ısıtmak ve gece de buradan enerji
üretmeye devam etmek gibi bir durum da var ama, randıman çok iyi değil.

Bu nedenle rüzgar ve güneş enerjisi ile elektrik üretimine bel bağlayamazsınız. Bu santraller ancak destekleyici kaynaklar olarak rol alabilirler. Zaten üretim kapasitelerinin diğer alternatiflere oranla da küçük kaldığı başka bir gerçektir. Son olarak, ne güneş ne de rüzgar, doğaya o kadar da dost üretim kaynakları değillerdir.

Ben buraya rüzgarlısını koydum; pervanelere takılarak hakkın rahmetine kavuşmuş bir kızıl çaylak.
Çok benzeri manzaraları güneş panelinde yanmış hayvanat için de bulabilirsiniz.

Bahsi geçmişken, o UFO'lar elektrik üretim ve dağıtım mekanizmalarının kabusudur. Çok daha büyük güçlerden bahsetmemize rağmen endüstriyel kaynakların yılın hangi zamanı ne kadar elektrik çekeceği üç aşağı beş yukarı tahmin edilebilir. Ama ani bir soğuk ile millet prize ısıtıcı takmaya başladığında o anda o enerjyi üretip oraya iletebilme derdi bütün yüksek gerilimcileri gerer.

O yüzden hızlıca devreye alabileceğiniz, kaynağını depolayabileceğiniz elektrik üretim yöntemleri daha makbuldür. Hele ki enerjiyi ileteceğiniz yere de yakınlarsa.

Zaten bu nedenle memleketin dört bir yanına HES projesi konumlandırılmaktadır; dedik ya barajlar en kolay idare edilen elektrik kaynaklarıdır diye. HES'lerin inşasının doğaya verdiği zararı savunacak değilim, HES'lerden millet vurgun vuruyor vb.; onlar başka konular. İşe elektrik tüketim/üretim/iletim perspektifinden baktığınızda akla yatkın yatırımlardır. Hele ki büyük nehirlerin bulunduğu bölgeler ile yönetimsel endişeler var iken kendilerini daha da haklı bir konumda bulurlar.

Diyeceğim, tıpkı nükleer santrallerin inşa ediliş tarihleri ve yerlerinin tesadüf olmaması gibi her bir yana HES yapılıyor olması da tesadüf değil bence. İzlenen belirli bir enerji projesinin yansımaları.

Çevreyi kirleten, doğaya zarar veren, insanları ve doğayı tehdit eden unsurlara karşı ben de sıcak bakmıyorum. Ancak modern yaşamın bazı gerçekleri var. Şu satırları yazmam için gerekli enerjinin masamdan eksik de olmaması lazım.

05 Mayıs 2015

Nükleer Mevzular

Bu konuda yazmayayım diye çok gerdim kendimi ama dayanamayacağım.

Baştan söyleyeyim, hiçbir şekilde mevcut nükleer santral teknolojisinin hayranı değilim. Hatta atomu parçalayıp da çıkan enerjiden alt tarafı su kaynatıp türbin döndürerek elektrik enerjisi üretilmesini son derece ilkel buluyorum.

Ama...

Bugün Türkiye'nin en önemli elektrik üretim kaynakları Atatük, Karakaya ve Keban barajlarıdır. Tek başına Atatürk Barajı 8900 GWh yıllık üretim kapasitesine sahiptir. Buna 7350 GWh ile Karakaya ve  6000 GWh ile Keban'ı da ekleyin; kabaca 22500 GWh miktarında bir yıllık üretimden söz ediyorsunuz. GAP dahilindeki irili ufaklı diğer barajlarla beraber bölge kapasitesi 35000 GWh yıllık üretime yaklaşır.

Bahsi geçen 3 güzide santralımızın coğrafi konumları. Burada politika yapmak istemiyorum
ama bi Wikipedia'ya bakın bakalım, mesela Karakaya Barajı nerede yer alıyormuş.

Ülkemizde başkanlık ve eyalet sistemleri konuşulmaya başlandı. Doğrudur, yanlıştır, iyidir, kötüdür konularına girmek istemiyorum. Ama hani olur da... Bu konuşulanlar gerçekleşirse bahsi geçen tesisler güneydoğu eyaletlerinin sınırları içinde kalacak. Anadolu'nun diğer kısımlarının bu enerjiden ne şekilde yararlanabileceği, ne tür politikalar düzenlenileceği, bu politikalara ne kadar uyulup uyulmayacağı, yarın-öbürgün bu eyaletlerin bağımsızlık için referanduma gidip gitmeyecekleri tartışmalarının sonu gelmez. Ama neticede çok önemli miktarda enerji üreten kaynakların kontrolünün zayıflaması ile ilgili bir risk var.

Üstelik tek riske giren hidroelektrik kaynakları da değil. Başta doğalgaz olmak üzere termik santrallerimizde enerji üretmekte kullandığımız dış kaynaklı yakıtların aktarımı da aynı bölgeler üzerinden sağlanıyor şu anda.

Bu nedenle söz konusu senaryonun oluşması durumunda orta ve batı Anadolu'yu besleyecek alternatif enerji kaynakları gerekiyor.

Alternatif enerji deyince de akla güneş ve rüzgar geliyor. Pek güzel, Facebook'ta pek çok arkadaşım güneş enerjisi diye nükleer santrallere alternatif sunuyor. Fikir olarak gerçekten güzel tabi de. Bahis konusu bölgede yer alan barajlarımızın ürettiği enerjiyi üretmek için 16 km2 alana kurulu olan dünyanın en büyük güneş enerji tesisi Ivanpah Güneş Enerjisi Tesisi'nden sadece 35 adetçik inşa etmek gerekiyor.

Anti nükleer grubun sosyal ortamda paylaşmayı pek sevdiği İspanya'daki PS20 santralından
185 tanesi anca 1 Atatürk Barajı ediyor. Sinop santralı için kabaca 350 tane lazım. 
Yani, diyeceğim o ki, "GÜNEŞ ve RÜZGAR Bize Yeter" diye slogan atmakla bitmiyor o işler.

Bugün konuşulan Akkyu ve Sinop santralleri yukarıda bahsi geçen üretim kaynaklarının tamamını aşacak toplam enerji üretim kapasitesine sahip olacaklar. Sadece Sinop Atatürk Barajı'nın ürettiğinin iki katı üretim yapabilecek. Akkuyu'yu da katınca yukarıda bahsi geçen 35000 GWh yıllık üretimin kabaca %10 üstünde bir kapasite ortaya çıkacak.

Meraklısına, Türkiye Uranyum ve Thoryum rezervleri sıralamasında dünya 24.sü. 7300 ton işlenebilir rezervi bulunduğu tahmin ediliyor. Söz konusu yatakların 2'si Aydın'da, diğerleri Manisa, Uşak ve Yozgat'ta yer alıyor. Bulundukları tarihte üretim maliyeti dünya standartlarının altında olarak hesaplanmış ancak günümüz rakamları ile fizibilitesi düşük olduğu için üretimi yok. Dünyada en ucuz üretim maliyetine sahip ülkeler Kazakistan, Kanada ve Avustralya. Hani, "Uranyum'u nereden buluruz?" konusundaki durum da bu şekilde.

Akkuyu ve Sinop hep böyle yeşil kalabilecekler mi? Bir de ona inanabilsek.

Peki, bu santraller çalışırken yatağımda rahat uyuyabilecek miyim? Hayır. Ancak şu an için nükleer enerji santralına yatırım yapmak "mantıklı" bir hareket. İçime sinmemesi, kararın mantıklı olmadığı anlamına gelmiyor.

O yüzden en başta söylediğimi bir kez daha tekrar etmek istiyorum. Nükleer santral benim de ilk tercihim değil. Ama ülkemizin içinde bulunduğu sosyopolitik durumu göz önüne aldığınızda, çok da yanlış bir hamle olarak gözükmüyor bana.

Buraya kadar sıkılmadan okuduysanız daha sonra devam niteliğinde yazdığım Elektrik Üretilmez, Tüketilir yazısı da ilginizi çekebilir belki.

04 Mayıs 2015

Bir Dakika

Kazandığınızda bir dakika sevinin. Kaybettiğinizde bir dakika üzülün. Her iki durumda da üstüne bir dakika da düşünün. Olanlardan, olmayanlardan dersinizi çıkarın. Sonra da işinize bakın.

Hayat ne bir sevinçten, ne bir üzüntüden, ne de bir düşünden ibaret. Önünüzdeki bir dakikalara doğru yaşayın. Önünüzdeki bir dakikaları doğru yaşayın.

Zamanında, aslında pek de sevmediğim bir büyüğümden duyduğum bir ifadeyi aklımda kaldığı ve şu an yorumladığım hali ile paylaşmak istedim.

03 Mayıs 2015

“Nasıl yardımcı olabilirim?” (Bilişim Dergisi, Mayıs 2015)

8 Nisan 2015’te, Türkçe konuşan insanlar için yeni bir anlam daha kazandı bu soru. iOS 8.3 güncellemesi ile birlikte iPhone’umuzun tuşuna basılı tuttuğumuzda karşımıza çıkan Siri ekranı artık Türkçe olarak soruyordu bu soruyu. Sormakla da kalmıyor, Türkçe sorduğunuz sorulara yanıt veriyor, Türkçe verdiğiniz komutları uygulayabiliyor.

İngilizcesi 4 yılı aşkın bir süredir çalışmakta olan bu uygulamanın dilimize de uyarlanması tabi ki hoşumuza gitti. Ve ardından çok ciddi bir sınav başladı; artık “Türklerin Siri ile sınavı mı” diye ifade edersiniz yoksa “Siri’nin Türkler ile sınavı mı?”, onu söylemek zor. Ancak garibim, normalde akla hayale gelmeyecek sorularla karşı karşıya kaldı. Yine de Allah’tan ki belirli bir mizah anlayışı da eklenmişti; verdiği şirin yanıtlarla gönülleri fethetti.

Orijinali iOS 4 için AppStore’da satılan bir uygulama olan Siri, Apple tarafından 2010’da satın alınarak iPhone 4S’lerle birlikte lanse edilen iOS 5’in tümleşik bir bileşeni olarak yerini aldı. O gün bu gündür de aslında iOS cihazlarımızda var; var var olmasına da “Babamı ara” demek yerine “kol may ded” demeyi tercih etmiyoruz haliyle.

İsmin hikâyesi de eğlenceli; Siri’nin geliştiricilerinden Dag Kittlaus, bir kızı olacağı düşüncesi ile kızına koymayı düşündüğü Siri ismini projeye veriyor. Siri, Norveç dilinde bir bayan ismi olan Sigrid’in halk içinde söylenişi; bizdeki Mehmet/Memo olayı eşdeğeri. Sonuçta adamcağızın kızı değil de bir oğlu oluyor ama “güzel ve zafer getiren kadın” anlamına gelen Siri, Apple dünyasında yerini alıyor.

Siri’nin orijinal işlevi Google Maps, OpenTable gibi yaygın kullanılan iOS uygulamalarına ses ile komuta eden bir arayüz sağlamak. Ancak Apple bünyesine geçince ağırlık daha çok işletim sistemi ile standart gelen Apple uygulamaları ile etkileşim amaçlı kullanılıyor. En yaygın kullanan işlevler birisini aramak, takvime toplantı eklemek, e-postaları okumak gibi şeyler. Ancak hava durumunu öğrenmek, maç durumunu sormak gibi webden edinilebilecek bilgileri de Siri yardımı ile tuş kullanmadan yapmak mümkün.

Ancak bu şirinliğin bazı bedelleri de yok değil. Özellikle güvenlik çerçevesinden baktığınızda Siri çok ciddi bir tehdit oluşturuyor. Telefonunuz kilitliyken bile Siri’yi aktive edilebiliyorsunuz. Bu da demek ki istediğiniz kadar parmak izi vb. koyun “babamı ara” dediğinizde babanızın numarası çevriliyor.

Hatta doğru ifade ederseniz yurtdışı herhangi bir numarayı dahi arayabiliyorsunuz. Kilitli konumdaki telefonlardan takvimlere, e-postalara, belirli dokümanlara göz atmak mümkün. Telefonu uçak konumuna alarak telefonun Find My iPhone ile bulunmasını dahi önleyebilirsiniz. Kullanırken bu konuları da göz önünde bulundurun lütfen.

Benim eksik gördüğüm bir başka nokta da çoklu dil konusu. Hani, kızımız çok akıllı 16 farklı dili, lehçeleriyle 30 farklı şekilde konuşabiliyor diyeceğiz ama. Belirli bir anda bu seçeneklerden yalnızca bir tanesini aktif kullanabiliyor. Türkçe konumundayken İngilizce isimli bir şarkıyı çaldırmak kesinlikle imkânsız. E, artistlik yapıp İngilizce kullansanız da bu sefer “Atatürk Caddesi” dediğinizde dağılıyor arkadaş.

Başka ufak tefek detaylar da var elbette ama zaten kimse Siri’nin mükemmel olduğunu söylemiyor. Daha gelişecek çok alan var. Şimdilik Microsoft Cortana ve Google Now ile giriştiği yarışta önde gözükmekle beraber, bu işler belli olmaz; zamanında kaale almadığımız Internet Explorer’ın, Netscape’i silip atmışlığı var.

Siri’nin size nasıl yardımcı olacağını bulmak Siri ile aranızda zaman içinde gelişecek bir ilişki sonucunda netleşecek muhakkak. Ancak Siri ve diğer sesli asistan uygulamalarının bilişim teknolojileri ile etkileşimde yeni standartlardan biri haline geleceği şimdiden görülüyor.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Bilişim Dergisi'nin 176. sayısında yayınlanmıştır.

Hişşt..! Siri! (Post PC #24, Mayıs 2015)

Öyle yarım yamalak yerelleştirme olmaz; yaptın mı tam yapacaksın. O yüzden “Hey, Siri” yerine, Türkçe’de kullandığımız şekliyle “Hişşt, Siri” komutunun da etkinleştirilmesini öneriyorum.

Yıllardır iOS’ta olduğunu biliyorum da hiç kullanma ihtiyacı hissetmemiştim. Bizim Evren Bilgiç çok sever kullanmayı, daha Türkçe’si bile çıkmadan geçip karşıma “Kol may vayf” diyerek Yasemin’i aramışlığı çoktur. Bana ne mesaj vermek ister, tam olarak da çözebilmiş değilim; hani “bak teknoloji kullanıyorum sen kullanmıyorsun” mu demek istiyor yoksa “bak benim arayacak bi karım var senin yok” demek mi istiyor? Bir ara meseleyi görüşeceğim kendisiyle.

Eh tabi, Siri’ye Türkçe desteği gelmesi ile bu konudaki eksikliğim bir miktar azalmış oldu. Evli olmamama rağmen artık benim de iletişime çaba harcayacağım kadın sesli bir şeyim var. Belirli bir açıdan bakacak olursanız da gerçeğine çok yakın; söylediklerimi bazen yanlış anlıyor, beni dinlediğini sandığım anda dinlemediği oluyor, sorduğum sorulara alakasız cevaplar veriyor, ben birini ara diyorum o alakasız birini mi aramak istedin diyor... Hele bir de “yok bir şey” özelliği eklenirse, neredeyse gerçeğini aratmayacak.

Madem bu kadar muhabbetteyiz, nelerdenmiş, kimlerdenmiş bu Siri diye merak ettim. Siri, bir Norveç kadın ismi olan Sigrid’in halk arasında söylenişi; hani bizim Mehmet’e Memo dememiz gibi. Sigrid deyince aklıma ilk Sigrid Agren geliyor ama maalesef telefonda gördüğümüz suret ondan biraz farklı.
Sigrid ve Siri yanyana. Yorum yok.

Siri’nin geliştiricilerinden Dag Kittlaus’un doğacak kızına koymayı düşündüğü isimden geliyor ismin kökeni. Adamcağızın kızı değil, oğlu oluyor sonuçta ama Siri ismi yarattığı yazılım ile birlikte kızı olsa o kadar ününü duyuramayacağı bir insan kitlesine hitap ediyor.

Bir anlamda da iyi olmuş zaten; o kız çocuğunun doğup da bugün iOS’taki Siri’nin maruz kaldığı sorulara muhatap olması hiç te iyi olmazdı. Akıllı telefonu öncelikle aklının olduğu yer odaklı kullanan milletimiz Siri’yi de “Benimle evlenir misin?”, “Sevgilin var mı?”, “Kaç yaşındasın?” türü, burada sadece edeplilerini sayabileceğim sorularla sınadı derhal. Borç isteyenler, fıkra anlattıranlar, kısmetini soranlar, nefretini kusanlar, küfürler... Bakmayın siz Siri’nin sesinin öyle aksanlı çıktığına, aslında düzgün konuşacak ama kendisiyle yapılan amaçsız diyaloglardan başı dönmüş vaziyette. Vallahi, akıllı telefonu salak ettik; akıllı kızı da deli ederdik herhalde.

Bu yapay zeka içeren uygulamaların iyi yanlarından bir tanesi öğrenerek kendini kullanıcılara uyarlayabilmesi. Bir iki sürüm sonra çok daha iyi anlaşabileceğiz gibi geliyor Siri ile. Hatta erkek sürümünü de sabırsızlıkla bekliyorum geyik muhabbeti yapmak için. Ona “Koçum, iki çay kap” demek istiyorum; muhtemelen bayan olanı da “Hişt, bacım” deyince cevap vermeye de başlayacak o günlerde.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 24. sayısında yayınlanmıştır.

Kafadan Hesap (Dört Köşe #33, Mayıs 2015)

Muhtemelen siz de özenmişsinizdir kafadan hızla çarpma bölme yapan insanlara. Sizin bir kağıt ve kalem bulup, bir masa üzerinde yapacağınız işlemleri bir çırpıda söyleyiverirler. Tek eksikleri, hani “söz uçar yazı kalır” söyleminde olduğu gibi, sizin hesabı yaptığınız kağıt bir kenarda yazılı duru, onların söyledikleri uçar gider. Ama hoş, o anlık yaptığımız hesap kağıtlarının kaçını saklarız ki; o da başka mesele.

Bugün bilişim dünyasında da benzer bir özenti, bir yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. “In memory computing” adlı kavramı Türkçe’mize “Bellek İçinde Çalışma” diye çevirmek mümkün sanırım. Özellikle yoğun işlem gerektiren yatırım bankacılığı, canlı reklam uygulamaları, coğrafi bilişim, tıbbi görüntü işleme gibi bilişim uygulamalarında, bellek içi çalışan yazılımların katma değeri oldukça öne çıkıyor.

Bellek içi çalışma ile tam olarak neyin kast edildiğini biraz açalım. Elbette ki hali hazırdaki tüm uygulamalarımız bellekte çalışıyor, bunun konuşulacak bir yanı yok. Ve yine elbette ki bilişim sistemlerinin bellek kapasitesi arttıkça performanslarında da belirli artışlar görülüyor, bu da tamam. Silikon teknolojilerindeki gelişmeler ile bugünün sistemlerinde 512 GB, hatta hatta TB’lar seviyesinde bellek kapasiteleri de konuşuluyor. Ancak hala bu kapasitelerin üzerinde yoğun hesap yapacağınız veri setlerinin tamamını içlerine almaları mümkün değil. Zaten bu abartılı bellek kapasitelerine ulaşmak için ödenmesi gereken bedeller de yabana atılır cinsten değil.

İşte bu nedenlerle bellek içi çalışma kavramı “al bir bilgisayar, doldur içine RAM’i, hard diskten yükle hepsini hafıza, oradan çalış” diyerek kestirip atılamayan bir kavram. Kaba kuvvetle kaynak doldurmanın alternatifi olarak büyük veri setlerini bir bilgisayar kümesi içinde yer alan bilgisayarların belleklerinde dağıtık olarak tutarak paralel olarak işlemeye olanak sağlayan ara katman yazılımlar ile oluşturuluyor bellek içi çalışma mimarisi.

Eğer klasik veri işleme mimarinizi 2 ya da 3 kat hızlandırmak isterseniz, veri setlerinizi tuttuğunuz diskleri SSD mimarisine geçirebilirsiniz. Ancak bunun maliyeti ne olur; iyice bir tartmak lazım. Ancak işleri biraz(!) daha hızlandırmak isterseniz, bellek içi çalışma konusunu ciddi ciddi düşünmek lazım. Sunucularda kullanılan bellek birimleri geleneksel çalışmada veri setlerinin tutulduğu disk sistemlerine oranla kabaca 5000 kat daha hızlı. Buna bir de çoklu bilgisayarlarda paralel işlemenin gücünü kattığınızda, işler oldukça hızlanıyor. Hatta epey bi hızlanıyor.

Şöyle bir örnek verelim. Saniyede 1.000.000.000 (bir milyar) bankacılık işlemi yapan bir sistem kurmak isterseniz. Bellek içi çalışma mimarisi bunu sadece $25.000 civarında maliyeti olan ve toplam bellek kapasitesi 1 TB olan bir sunucu kümesi ile sağlayabiliyor. Bahsettiğimiz operasyonu Flash Bellek tabanlı bir depolama ünitesi ile yapmaya kalksanız, sadece depolama ünitesi için bahsi geçen meblağın en az 10 katını ödeyip toru topu 3 kat performans elde edebilirdiniz.

Veri madenciliği, kaynak yönetimi gibi büyük veri setleri ile uğraşan yazılım firmaları bellek içi çalışma kavramının gelişmesinde öncülük ediyorlar. Elbette ki standart yazılım lisanslarına ek bir bedel karşılığı; sanki biraz “o donanıma vereceğin paraları sen bize ver, bak biz seni nasıl uçuruyoruz” mesajı veriliyor. Ancak farklı uygulama alanlarını hedefleyen çözümler de piyasada görülmeye başladı. Kar amacı gütmeyen açık kaynak kodlu alternatifler de kullanılabilir olgunluğa erişmiş durumdalar.

Akla gelen bir soru, bellek içi çalışma mimarisinin disk teknolojilerine olan etkisinin ne olacağı. “Söz uçar yazı kalır” cümlesini bir kez daha düşünecek olursak, bahsi geçen veri setlerini saklamak için elbette ki disklere olan ihtiyaç bitmeyecek. Ancak tüm hesapları “kafadan” hızlıca yapabileceğimiz noktada artık disklerin performans diye yırtınmasının eskisi kadar bir anlamı olmayacak sanırım. Disk ve disk sistemi üreticilerinin de buna uygun stratejiler oluşturmaları muhtemel.

Etkin bir bilişim mimarisi oluşturmada bellek içi çalışma günümüz için göz ardı edilmemesi gereken bir mimari. Tüm sektörlerde veri merkezlerimizin bir de bu bakış açısıyla gözden geçirilmesi daha az kaynakla daha çok iş yapabilmemizi sağlayabilir.

Kim bilir, belki bu sayede bizler de bilişim maliyetlerimizi kafamızdan hesaplayabilecek derecede azaltabiliriz.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 153. sayısında yayınlanmıştır.