27 Ekim 2013

Yine Bir Pazar Akşamı

"Home is where the heart is" diye İngilizce bir deyiş vardır; yuvan kalbinin olduğu yerdir. O yüzden olsa gerek ki Pazar akşamlarından itibaren kendimi pek evimde hissetmiyorum. Zor iş insanın en sevdiğinin sıcaklığını sadece iki gün yaşaması.


Çoğu insan hep gülerken bilir beni. İki çeşidi vardır aslında onun. Eskiden hangisinin ne zaman olduğu gününe göre değişirdi. Şimdi belli. Cumartesi sabahından Pazar akşamına kadar gülüyorum. Pazartesi sabahları ise gülümsememi kuşanıyorum. Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan gece, işte orası alacakaranlık, zor geçiyor.

Eskiden beri çok severdim yazları. Artık daha da bir seviyorum. Yazları birlikteyiz çünkü.

 

25 Ekim 2013

Görüşmeniz Kayıt Altında

Bu aralar gene deliler gibi arıyorlar. Bankası, TV paketi, sigortası. Açsan bi türlü, açmasan biliyorsun ki sen açana kadar tacize devam. Bi yerlerden girmişiz veritabanına. Bi de, görevleri heralde gariplerimin, hani, uzuuun uzadıya, niye istemezsiniz, şöyle yapsak olmaz mı filan. Ters de konuşmak istemiyorum, o rutini yapmak için çalışıyor çocuklar sonuçta; yoksa elin genç kızının benim erotik paket seyretmemi teşvik etmesinin kişisel bi amacı yoktur heralde.

Geçen gene çaldı, (0) 850 bilmemkaç bilmemkaç. Açtım, ne diyeceklerse desinler de düşsünler yakamdan.
  • "İyi günler, ben feşmekandan arıyorum. Murat Songür Bey ile mi görüşüyorum?"
  • "Evet benim buyrun."
  • "Murat Bey, öncelikle kalite standartlarımız çerçevesinde görüşmeniz kayıt altına alınmaktadır."
deyince birden bi ampul yandı bende,
  • "Çok teşekkür ederim, güvenliğim açısından ben de görüşmeyi kayıt altına alıyorum, umarım sorun yoktur?"
  • "......"
Kurudu arkadaş.

Birkaçtır deniyorum. Çok eğlenceli olabiliyor.

Tavsiye ederim.

24 Ekim 2013

14 Ekim 2013

Browser Choice Denen Lanet

Zaten bayram tatilini tercihim dışında evden uzakta geçiriyor olmanın huysuzluğu üzerimde. Sabah bilgisayarı açtım, bilmemkaçıncı kez o ekran.

 
Hadi yaa... Ulan densiz, bu sayfayı yazanlar daha kısa pantalonla dolanırken biz Netscape mi kullansak, Opera mı diye dolanıyorduk. Bana mı anlatıyorsun? Ya da, hiç anlamıyorum bilgisayar işlerinden ama mutlu mutlu takılıyorum. Sana ne, niye benim browserimi unpin ediyorsun? Sana mı kaldı? Başlarım Avrupa Birliği'nin uyum şeysine; işim var benim açıp çalışıcam. Anlamıyor olduğum durumda da şimdi eşi dostu mu arıycam "benim browser vardı solda altta, birden kayboldu, vallaha ben bişey yapmadım" diye.

Bir sefer olsa yine takmayacağım da. Bi güncelleme geliyor, hop yine.

Lafım Microsoft'tan çok bu ekranı görmeme sebep olan zevata. Etmiyorum kardeşim tercih mercih. Tercih etmemeyi tercih ediyorum, koyunum ben, sürü psikolojisi; var mı daha bi diyeceğiniz.

Hazır konusu açılmışken bu meretin bir daha görülmemesi için yapılması gerekenleri de anlatalım. Bilgisayarınızın başlatma yuvarlağından regedit.exe'yi çalıştırın (fazla da oynamayın bu meretle, bilmeyenin elinde tehlikelidir).
 
Açılan ekranda HKEY_LOCAL_MACHINE\SOFTWARE\BrowserChoice alanına gidin ve boşlukta bir yere sağ tuşla basarak yeni bir DWORD ekleyin. Adı "Enable" olsun, değeri de "0"


Bi daha da açılmıyor şerefsiz.

11 Ekim 2013

Dört Köşe'ler ve Post PC'ler

Evlilik Aşkı Öldürüyor'da da belirttiğim üzere, dergilere yazdığım yazıları burada janjanlı sayfalarda değil de aynen yazdığım haliyle paylaşmayı tercih ettim; yoksa durum kötüydü.

Son bir gayretle bugüne kadar yayınlanan Dört Köşe'leri ve Post PC'leri benim yazdığım halleri ile bloga attım. CeBIT Life'lar zaten varlar. Bundan sonra aylık olarak takip edebilirsiniz; takip etmek isterseniz tabi.

Dört Köşe'ler
Post PC'ler ise
şeklindeler.

Vecibelerimi tamamlamanın mutluluğu ve artık daha rahat yazmanın ümidi ile.

 

Akıllı Alet - Edevat (Post PC #05, Ekim 2013)

İnsanoğlu illa ki bir şeyleri biliyor olmaktan keyif duyuyor olsa gerek ki, zamanı bilmekle ilgili merakını gidermek için saat diye bir şey icat etmiş. İlk kol saati de zamanı bilmeyi çok önemseyen bir hanımefendinin kolunda 1868 yılında yer almış. Saat denen meret koldaki yerini sevmiş olacak ki, neredeyse 150 yıldır hala orada duruyor. Yalnız bu bilme merakı insanları “yahu bu kolumuzdaki şeyden daha neleri öğrenebiliriz” noktasına taşımış. Retro dedektif Dick Tracy’nin kolunda, iletişim özellikleri taşıyan ilk kol saatinin hayali çizgi olarak yer bulduğunu görüyoruz. Zaten Sony 2012’de çıkarttığı Android tabanlı ilk kol saatine kod ad olarak Dick Tracy münasip görmüştü.

James Bond’dan Uzay Yolu’na, pek çok hayal ürünü eserde kahramanların kendince akıllı saatleri ile dünyalar kurtardıklarını gördük. Belki de en kafamıza kazınan Kara Şimşek’te Michael Knight’ın kolundaki Comlink saatiydi. Garibim, saati ile KITT’e takla attırabilmekle beraber bir telefon etmek için bir ankesörlü telefon bulmak zorundaydı. Samsung ve Apple’ın da dahil olduğu lider cep telefonu üreticisi firmalar bu derdi çözecek aksiyonlar alırken asıl bomba beklenmedik bir yerden geldi. Nissan, Nismo adında bir akıllı saat ürettiğini duyurdu.

Metalik rengi için ek bir fiyat talep edilip edilmeyeceğini merak ettiğim saatin en önemli özelliği akıllı saat özelliklerini Nissan otomobillerin sahip oldukları özellikler ile entegre edip, klasik akıllı saat kavramını bir otomobil sürücüsü için özelleştirilmiş fonksiyonlar ile yorumlamış olması. Çok kısıtlı bir zümreye hitap eden Nismo’nun bende uyandırdığı asıl soru, her teknoloji ile donanmış cihaz için özel bir akıllı saat çıkıp çıkmayacağı.

Tabi vizyonu da sadece saatle kısıtlı tutmamak lazım. Mesela buzdolabına özel bi gözlük üretsen; dolaba bakınca içinde gördüğü malzemeleri yorumlayıp sana alışveriş listesi çıkarsa ya da “içimdeki malzemeden bi çorba, bi de etli türlü yapman mümkün; buyur tarifi” gibi bir akıl verse.

Bu sefer de arabanın akıllı saati, buzdolabının akıllı gözlüğü, müzik setinin akıllı kulaklığı derken ortalık çorbaya dönecek. İnsan vücuduna entegre edilenleri çıkana kadar icat edilecek türlü akıllı alet edevat gündemimizi epey meşgul edecek görünüyor.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 5. sayısında yayınlanmıştır.

Akıllı Aletler Ve Mutsuz Orta Yaş İnsanları (Post PC #04, Eylül 2013)

Ben de dahil, belirli bir yaş üstü insanların yeni nesil cihazlarla arası hiç iyi değil. İki farklı kategoride sürüyor bu mutsuzluk.

Birinci grup “ben bu işlerden hiç anlamam” diyenler grubu. Ellerine elektronik cihazları hiç sürmemiş ve yenilgiyi peşinen kabullenmiş bu kitle, misal, evlerine aldıkları akıllı televizyonların kumandalarında yeşil, 1, 2, P+ ve V- tuşları dışında bir yerine basmayarak hayatlarını gayet güzel sürdürebiliyorlar. Ağızlarından çıkan şikayet genellikle “onca para verdik, hiçbir özelliğini kullanmıyoruz” şeklinde. Haklılar belki ama en azından kendileriyle barışık bu dostlar.

Ancak sayıları azımsanamayacak bir kitle de var ki, onların derdi farklı. Onlar bu cihazların özelliklerini gayetle iyi bilmekle birlikte kullanamıyorlar. Benim akıllı televizyonumla çoklu ortam paylaşımı, gözlük takarak yan yana oyun oynamak vb. mümkün. Facebook’a Twitter’a bağlan, YouTube’da video izle filan. Ama yapamıyorum. Ha, koyun önüme bir PC. Taklasını attırırım. Ama televizyon ile beceremiyorum.

Yıllardır oyun konsollarının gamepadleri ile anlaşamamamdan belliydi benim olay. FPS dediğin klavye ve mouse ile oynanır; getirin Call of Duty’yi, Counter’ı, alayınızı deviririm. Bu tablet vb. dediğinizde de eğme bükme ile oyun oynama işini beceremiyorum. Yoksa NFS’i de ok tuşları ile pek güzel oynarım; biline.

Sebebi ezbercilik özünde. Yıllardır öylesine güzel alışmışım ki her şeyi dosya tabanlı çalışan kişisel bilgisayarlar ile yapmaya, şimdi aslında çok da ha düz mantık ile hazırlanmış olan, hatta çok daha basite indirgenmiş kullanımı olan uygulamalar elime batıyor.

E, alışık değilim bilgisayarın benim adımıza şarkının adını, albümünü, yılını ve albüm kapağını tag üzerinden hazır etmesine. Ben illa bilmeliyim hard diskin hangi dizininin altında dosyanın adının ne olduğunu ezberlemeye. Utanmasam diski açıp neresine yazdı diye bakacağım. Halbuki sana ne, iTunes biliyor ne nerde, sen git Muse’dan Hysteria de, dinle gitsin.

Bir de PC’lerin sağladığı bazı esneklikleri de arıyor insan. MP3 çalar var 128 GB, pek güzel. Ben albüm delisiyimdir, ama böyle tek tek sevdiğim şarkılardan oluşan bir de karışık dizinim var. E, kardeşim, adam alfabetik sıradan çalmaya kalkıyor, halbuki PC’de olsam iki tık ile kendimce bir DJ’lik sergileyebileceğim. Tabi alet de haklı, 5 cm2’lik ekranın neresine öyle bir kontrol koysun da, PC gibi olmuyor işte.

Velhasıl, orta yaş bir kitleye mensubum, alışkanlıkları ile yeni nesil cihazlarla kavga halinde olan. Neler yapabileceğini bilip de yapamamak adama koyuyor. Hele ki bu cihazları çatır çatır kullananan gençleri görünce, iTunes’tan Müzeyyen Senar aratıyorum, “Bir bahar akşamı rastladım size”.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 4. sayısında yayınlanmıştır.

Post PC Randevu (Post PC #03, Ağustos 2013)

Ankara’daki evimden hareket edeli neredeyse 4 saat oldu. İyi geldim sayılır Nişantaşı’na. Her anlamda hem de. Birinci köprünün açık olduğunu gördüğüm için gişelerden direk Çamlıca’ya yöneldim. Böylece trafik sıkıntısı yaşamamış oldum. Ayrıca çok da ekonomik geldim. 100 km.de ortalama 5.0 litre yakmışım; kabaca 100 TL.ye geldim demektir Ankara’dan İstanbul’a. Kalacağım otele de daha önce hiç arabayla gelmemiştim ama, Foursquare’den adresini bulup cadde ve numarası olarak girince sorunsuzca ulaştım.
.........
Sabah erken toplantım olduğu için akşam geldim İstanbul’a. Akşam bir planım yok şimdilik; tek başıma yerim herhalde. Otel’e check-in yaptım, bakalım yakınlarda güzel bir yer nereyi öneriyor? City’s güzel görünüyor, deneyebilirim. A-a... Çok sevdiğim bir arkadaşım da çok yakındaki bir otele check-in yapmış. Yıllar var görüşmedik; dur şunu cepten arayayım. Tüh, yemekte birlikte olamayacağız, işi var. Ama yemekten sonra bir şeyler içmek için buluşabiliriz. Birkaç arkadaşına söz vermiş gerçi de benim de gelmemde bir sakınca yok. Benim için de hava hoş, birkaç yeni arkadaş edinirim belki.
.........
City’s’in önünde buluştuk. Gideceğimiz yer Akaretler’de. Bakalım. Yaklaşık 1 km. diyor. Yürüyerek yokuş aşağı gidiyoruz, yolda da laflıyoruz hem yılların birikmişi var. Unutmadan bankadan nakit çekeyim biraz. Mekana varıyoruz. Limonatasını öneriyor sosyal paylaşım, deneyelim. Bizimkinin arkadaşları çok kafa dengi çıktı. Arkadaşın tanıştırdığı bir hanımefendi ile sohbet esnasında Sliding Doors filmine bir gönderme yapıyorum. Seyretmemiş. Hemen IMDB’den buluyor ve kendisi ile Facebook adresinden paylaşıyorum. Konusu çok ilgisini çekti, evine gidince iTunes’dan edinip seyredeceğini söylüyor. Umarım beğenir; benim çok sevdiğim bir filmdir.
.........
Oğlumla yeni akıllı televizyonumuzda XBox oynarken gördüm mesajı. Facebook’tan yazmış; filmin çok hoşuna gittiğini söylüyor. Önerebileceğim başka film var mıymış? Var tabi, Salmon Fishing In Yemen olabilir mesela, çok az insan bilir ama bence çok güzeldir. Peki, İstanbul’a geldiğim başka bir sefer birlikte bir yemek yiyelim ve bu film konularını konuşalım. Ben de isterim. Gerçi, Cimbom’luymuş, Instagram’da fotoğraflarından gördüm, ama maç tartışmaya gitmeyeceğiz, konumuz film, idare ederiz.
.........
Bir hafta sonra, Ankara. Yola çıkmak üzereyim. Arabamdaki ekran tahmini varış saatimi 20:00 olarak veriyor İstanbul için. Ben 20:30 diyeyim de, trafik vb. olur. HGS kredimi yükledim. USB belleği de taktım, yol boyunca şeytan müziklerimi dinleye dinleye gideceğim randevuma. Gideceğimiz yerin ciğeri meşhurmuş, umarım soğan yeme konusunda sorunu yoktur. Neyse, göreceğiz, şu an öğrenemediğim tek şey bu gibi.
.........
Hiçbiri için bir kişisel bilgisayar kullanmadan bunca dijital işlem. PC sonrası dönemi seviyorum.




Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 3. sayısında yayınlanmıştır.

Post PC derken... (Post PC #02, Temmuz 2013)

Çeviri hatalarının gırla gittiği bu günlerde “Post PC” ile neyi kast ettiğimizi paylaşmakta fayda görüyorum. Hem de gelecek sayılarda karşınıza neler ile çıkacağımız konusunda bir fikir verir.

Kuşkusuz bilişim kavramının bu kadar geniş bir tabana yayılmasındaki temel unsurdur PC. Baş harflerini aldığı Personal Computer, yani kişisel bilgisayar özelliği ile bilişim ile yapılabilen hizmetleri kurumsal yapılardan bireylerin emrine sunmakta baş rolü oynamıştır. Ancak artık onun da krallığının son günleri yaşanıyor.

Köken olarak Post PC Era, (çevirecek olursak PC Sonrası Dönem) Apple’a ait bir pazarlama sloganıdır. PC satışlarındaki düşüşleri ve yerlerini akıllı telefon ve tablet benzeri cihazların alışını vurgulamak için düşünülmüştür. Aslında Apple’ın kendi ürettiği cihazlar üzerine odakladığı bu kavramı daha geniş açıdan görme zamanı geldiğini iddia ediyorum ben.

PC denen aletin en önemli avantajı bu cihaz ile her şeyi yapabiliyor olmanızdır. Yazı da yazabilirsiniz, film de seyredebilirsiniz, oyun da oynayabilirsiniz, say say bitmez. Ama aynı zamanda çok da büyük dezavantajıdır aynı şey. Oyunu kuruma iş için koyduğunuz PC’de de, CNC tezgahta da, tıbbi ölçüm yaptığınız cihazda da oynayabilirsiniz ki, çok da istenen bir durum değildir.

Bilişim teknolojilerinin yaygınlaşarak ucuzlaması çok amaçlı kullanıma uygun PC’lerin yerlerini amaca odaklanmış bilişim cihazlarına bırakması ile neticeleniyor. Bu konunun göze batan ilk örneği iPod. Adına portatif müzik çalar deseniz de aslında müzik için özel geliştirilmiş bir bilgisayar kendisi. Akıllı televizyonlar, web arayüzü ile yönetilebilen klimalar, oyun konsolları, ağ tabanlı yazıcılar, medya oynatıcılar... Hepsi amaca yönelik bilişim cihazları.

Kurumsal yapılarda zero-client’lar, digital signage cihazlar, turnike sistemleri... Ses ve video görüşmesi için özel geliştirilmiş IP telefonlar için de benzer mantık söz konusu. Eh, atlamayalım, tablet ve akıllı telefonlar da bu işin bir parçası.

21. yüzyılın bilişim portföyünü yukarıda saydığımız ve muhtemelen bugün aklımıza bile gelmeyen bir sürü garip IP tabanlı özelleştirilmiş alet oluşturacak. Zaten IPv6 denen mevzunun temelinde de bu derece yüksek sayıda cihazı birbirine bağlamak yer alıyor.

Post PC cihazların neler olacağı tabi ki kullanıcılardan gelen taleplerle ve üreticilerin icat edecekleri cin fikirlerle yönlenecek. Ancak görünen o ki, Post PC cihazların satışı çoktan PC’leri geçti. Bu cihazlar ile nasıl yaşayacağımız çoğumuz için bir merak konusu. Birlikte görmek dileği ile.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 2. sayısında yayınlanmıştır.

Hırsızın Da Biraz Suçu Var (Post PC #01, Haziran 2013)

Günümüzde en değerli varlık bilgi. Hali ile siber suçlu dediğimiz insanlar bizlerin ve çalıştığımız kurumların bilgilerini ele geçirmek için seferber olmuş durumdalar. Bu suçluların hedef aldıkları alanlardan bir tanesi de mobil cihazlarımız; bu cihazların üzerinde bulunan ya da bu cihazlar vasıtası ile erişebilecekleri veriler ilgilerini çekiyor. Mobil cihaz güvenliği ile ilgili yapılan araştırmaların neticeleri ise akla bir Nasreddin Hoca fıkrasını getiriyor.

İster mobil, isterse başka bir cihaz olsun, siber suçlulara karşı güvenlik sağlamak öncelikle cihazınızın bir güvenlik sorunu olduğunun farkına varmakla başlıyor. Mobil cihazlarda bu oran çok düşük; dünyada kullanılan mobil cihazların ancak %12’sinde mobil cihaz güvenlik ürünleri kullanıldığı tahmin ediliyor. Cihazlarımıza bu tarz bir yazılım yüklemeyerek mobil cihaz güvenliği konusunda ilk hatamızı yapmış oluyoruz.

Ucuz ya da bedava yazılım kullanmak adına mobil cihazlarımızın işletim sistemlerini “kırmak” da çok sık yapılan bir hata. Bugün iOS kullanan cihazların %30’dan fazlası Jailbroken durumda. Android tarafında ise root uygulanmış cihaz sayısı çok daha yüksek. Yasal olmayan uygulama dağıtım kanalları ve potansiyel olarak kasıtlı açıklar barındıran işletim sistemleri, siber saldırganlarımızın ekmeğine yağ sürüyor. 2013 sonunda dünya üzerinde yaklaşık 1 milyon zararlı Android uygulaması bulunacağı tahmin ediliyor.

Yüklenilen uygulamanın ne yaptığını sorgulamamak da yine kullanıcı tarafından yapılan en büyük hatalar arasında. İndirilen uygulamaya bir an önce başlamak adına ekrana gelen her mesaja olumlu yanıt vermek adetten. Yapılan deneylerden bir tanesinde, “bu program sizin cihazınıza size sormadan uygulamalar indirip çalıştıracaktır, onaylıyor musunuz?” sorusuna “olur” cevabı verenlerin sayısı daha “olmaz” diyenlerden daha yüksek.

Bu başlıkları okuyunca da aslında şu sonuca varmak mümkün: Mobil cihazlarınıza zararlı yazılımların bulaşmasının en temel nedeni aslında bizzat sizsiniz.

Her 3.5 saniyede Android işletim sistemini hedef alan yeni bir zararlı üretiliyor. Buna Java, HTML gibi ortak platformları hedef alan zararlıları da eklediğinizde ortaya çıkan resmin pek de iç açıcı olmadığını siz de fark edeceksiniz.

İlk başta da belirttiğim gibi, zaten en önemlisi bu farkındalığı yaratmak. Bu yazıda bahsedilen hataları yapmayıp, mobil cihazınıza güvenilir bir üreticiye ait mobil güvenlik yazılımı yüklediğinizde, siz de üzerinize düşeni yapmış olmanın rahatlığı ile “Hırsızın hiç mi suçu yok?” diyebilirsiniz.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Hardware Plus'ın 1. sayısında yayınlanmıştır.

Ortak Bilinç (Dört Köşe #14, Ekim 2013)

Asya kökenli eski inanışların bazılarına göre insanoğlunun altın dönemi olarak adlandırılan bir dönem vardır. Pek çok mucizevi olayın yanında en önemli konu bütün insanların büyük bir uyum içerisinde yaşamasıdır. Çünkü insanlar birbirlerinin düşüncelerini okuyabilmektedirler. Bu sayede “yalan” ya da “sır” diye bir şey olamamakta, tüm insanlar ortak bir bilinçle hareket etmektedirler. Sonra birisi önce kelimeleri, sonra yazıyı icat eder. İnsanlar birbirinden sır saklamaya başlar, ortak bilinç yıkılır, şu anda yaşadığımız çağ başlar.

Tabi ki bu sadece bir batıl inanıştan ibaret. Ama sanki insanoğlu gerçekten bu yapıyı arıyor gibi. 21. yüzyıl bilişim teknolojilerinin bizi içine soktuğu eğilim bu yönde en azından.

İşin önce iletişim tarafına bir bakın. Günümüz insanı öyle bir iletişim güdüsü içinde ki, her an her saniye ya bir şeyler iletmek ya da kendisi ile paylaşılan bir bilgiyi almakla uğraşıyor. Akıllı telefona sahip bir yetişkin ortalama olarak 4 dakikada bir telefonunu yeni bir e-posta, mesaj ya da sosyal medya güncellemesi var mı diye kontrol ediyor. Otomobil kullanırken cep telefonuyla konuşmanın güvenlik nedeni ile yasak olduğu bir gerçek. Yine de direksiyon başındayken bile SMS yazan, tweet atan, iyi ihtimalle bunları sadece okuyan bir topluluk haline geldik. Normalde sokakta birisi sorsa “sana ne?” diyeceğimiz bir sürü şeyi kendi isteğimiz ile Facebook’ta yayınlıyoruz. Aynı anda tek iletişim de yetmiyor. Telefonda konuşurken bilgisayarımızdaki mesajlaşma programından da başka birisi ile muhabbet ediyoruz. Mesaj yazmaktan yeni neslin başparmağı daha işlevsel hale geldi; zile başparmakları ile basıyorlar mesela.

Nasıl oldu da bu noktaya geldik; bu teknolojiden çok toplum bilimlerini ilgilendiren bir konu. Ama teknolojinin toplumu taşıdığı nokta bireylerin artık hemen her bilgiye her yerden ulaşabileceği bir çizgide ilerliyor. Hala bazı şeyleri kendimize özel tutmakla birlikte toplum olarak daha çok bilgi vermek ve daha çok bilgi aktarmak eğilimindeyiz. Bu eğilimin bizi sonsuzda getireceği teorik nokta hiçbir sırrın olmadığı, herkesin her şeyi birbirine iletebildiği bir dünya.

Peki, onca iletilen bilgiler ne oluyor? Buna da büyük veri adını taktık. Akla gelebilecek her kaynaktan iletilen bilgileri veri ambarlarında topluyoruz. Bunlar üzerinde veri madenciliği, iş zekası ve karar destek sistemleri çalıştırarak edindiğimiz her veri parçasından bize bir sonuç çıkartmak amacı ile kullanılıyor. Bilişimle alakalı, alakasız pek çok firma ürün ve hizmetlerinin gücünü vurgulamak adına “küresel bilgi sistemleri” ile övünmeye başladılar.

Sunulan hizmet ve ürünler insanlık tarihinde ilk defa (tabi başta anlattığımız hikaye gerçek değilse) zaten talep edenlerin beğeneceği bilinen şekliyle arz edilmeye başlandı. Talep sahipleri zaten yukarıda yazdığımız iletişim yöntemleri ile ne istediklerini iletmişlerdi çünkü.

Yine olabilecek en uç noktada her bireyin, insanlık tarihi boyunca tüm bireyler tarafından toplanan bilgiler ve bu bilgiler kullanılarak oluşturulan kararların bir parçası olacağı bir ideal dünyaya gittiğimizi söyleyebiliriz.

Bu resimde bahsettiğimiz düşler dünyasına bir gün erişir mi insanoğlu? Bu sorunun cevabını vermek elbette bizlere düşmez. Ama yine de bilişim teknolojileri ile bu hayale doğru yol almaya çalışan bilişim camiasının bir parçası olmak çok güzel bir ayrıcalık.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 134. sayısında yayınlanmıştır.

Uç Nokta Bulutlaştırma Mı Desek Artık? (Dört Köşe #13, Eylül 2013)

Uzun zamandır bilişim camiamızı oldukça meşgul eden sanallaştırma konusunun en sonlarda konuşulmaya başlayan türevlerinden birisi Masaüstü Sanallaştırma oldu. Masaüstü sanallaştırmanın sunucu, depolama sanallaştırma gibi teknolojilerden daha geç plana bırakılmasının çeşitli sebepleri var. Bence bunlardan en öne çıkanı da masaüstü sanallaştırmanın çok sayıda cihazı ve haliyle bunların kullanıcılarını ilgilendiriyor olması. Veri merkezinde yapılan çalışmalar da tüm kullanıcıları etkiliyor muhakkak da yine de bir miktar mahremiyet söz konusu. Oysa masaüstü sanallaştırmada bizzat kullanıcıların ellediği ve baktığı şeyleri kurcalıyorsunuz.

Aslında güzel teknoloji masaüstü sanallaştırma. Kurumsal bilişim kavramına da daha uygun. Alıştığımız düzende kişisel bilgisayarlarla kurumsal bilişim yapıları kurmaya kalkışıyorsunuz ki, zaten cümle içinde birbiri ile çelişen iki kelimeyi içererek edebiyatçıların oksimoron dedikleri ifade biçimi oluşuyor. Kullanıcıların önüne tam teşekküllü donanımı koyup sonra da USB’sini, DVD’sini kullanamayacakları hale sokmak için türlü taklalar atıyoruz.

Masaüstü sanallaştırmada kullanıcının önünde çalışan işlemcileri, bellekleri ve depolama birimlerini alıyorsunuz. Bunun yerine veri merkezinde bulunan paylaşımlı kaynak havuzlarında bulunan kaynakların ekran görüntülerini masalara taşıyorsunuz. Kaynak kullanımı konusunda büyük tasarruf sağlıyor. Donanım ve yazılım bedellerinde, enerji kullanımında da bir miktar avantaj sağlamakla beraber asıl fark yönetim ve operasyon maliyetlerinde sağlanıyor.

İş yalnız donanım kaynaklarında kalsa konu burada kapanacak aslında ama işin bir de işletim ortamı kısmı var. Beni de düşündüren orası zaten.

O sanallaştırdığınız sistemlerde, sanallaştırmadan önce de kullandığınız bir masaüstü işletim sistemi kullanıyorsunuz. İster Windows, ister OS X ister bir Linux türevi kullanın, sonuçta bu işletim sistemi de kişisel kullanım amaçlı bir işletim sisteminden türeme. E hal öyle olunca, masaüstü sanallaştırma ile dosya ve veri yönetimi ile ilgili sorunlarınızı çözmüyor, sadece bunların bulundukları fiziksel sistemlerin yerini değiştirmiş ve sanallaştırmış oluyorsunuz.

Başka bir konu da Windows 8’in ortaya çıkması ile iyice göze batar hale geldi. Artık kişisel bilgisayarlarda bile masaüstü diye bir şey yok. Gidişat tabletlerde popüler olan simgelerin egemen olduğu bir görünüm.

Kurumsal uygulama çalıştıracak olduğunuzda da gidip W3 uyumlu gezgini açıp kurum portalına giriyorsunuz; derlenip de sizin bilgisayarınızda çalışan bir uygulama kalmadı ki onu masaüstünüze yükleyesiniz.

Zaten artık kişisel bilgisayarlar bilişim kullanıcılarının tek alternatifi değil. Tablet, telefon, akıllı TV gibi PC sonrası dönem cihazlar kullanıcıların sistemlere eriştiği uç nokta cihazlar olarak ağır basmaya başladılar.

Mobil cihazlarda başlayan bir dalga ile de dosya sistemlerinin yerini veritabanı kökenli depolama sistemleri aldı. “C:\Kullanıcılar\Murat\Belgelerim” diye bir klasör mantığını sizin ezberlemeniz yerine kullandığınız cihaz dokümanlarınızı sizin adınıza etiketler kullanarak buluyor.

İlave olarak güncel verinize her yerden ve her cihazdan eş zamanlı erişebilmeniz için Dropbox, SafeSync gibi internet üzerinden servis veren kanallar ortaya çıktı. Uç noktada ne kullanırsanız kullanın bu servisler de artık güncel bilişim kullanıcısının bir ihtiyacı haline geldi.

Bütün bu noktalardan bakınca, masaüstü sanallaştırmadan bir nesil daha üst bir kavram üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Uygulama simgelerinin ve arayüzlerinin her platform için aynı olduğu, veri merkezi kaynaklarında çalışan uygulamaların XML tabanlı olarak uç noktalarla bulut bilişim teknolojileri kullanarak iletişim kurduğu, verilerin kurumsal kaynaklarda bulut bilişim yöntemleri ile saklanarak her cihazdan erişilebildiği bir yapı bizi bekliyor.

Buna Uç Nokta Bulutlaştırma diye bir isim buldum. Bakarsınız beğenilir.

Ha, bilişim bağnazı kesim için tabletler üzerine masaüstü sanallaştırma istemcisi kurup Android üzerinde Windows 7 çalışıyormuş gibi göstermek de mümkün tabi. O da bir tercih.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 133. sayısında yayınlanmıştır.

Nereden, Nereye? - Bölüm 4: Can Sıkmaktan Paraları Çarpmaya (Dört Köşe #12, Ağustos 2013)

Virüs denen meretle tanışmamız 1980’li yılların sonlarına denk gelir. Ekranda bir noktayı pinpon topu gibi dolaştıran Ping-pong, DOS ekranındaki karakterleri aşağı döken Cascade, Vienna, AIDS, vb. bir sürü varyetesi ile epeyce canımızı sıkmıştır o zamanlar. Dosyalara bulaşır, yok boot sector’ü bozar, işin yoksa temizle dur.

Yıllar içinde başlı başına bir endüstri haline geldi bu virüs işi. Virüs kavramı yerini zararlı yazılım kavramına terk etti; zararlı yazılım dediğinizde virüs, solucan, Truva atı vb. bilgisayarınıza zarar verebilecek pek çok çalıştırılabilir kodu içeren bir kavramdan bahsediyor oluyorsunuz.

Adına her ne derseniz deyin, bu zararlı yazılımlar bilgisayar sistemlerine zarar vermekten öteye gidemiyordu. Sizin canınız sıkılıyor, işiniz aksadığı ya da veri kaybettiğiniz için maddi zarara da uğruyordunuz ama... Virüsü yazanın bundan maddi bir çıkarı olmuyordu. Yarattığı yaygaranın kendisine getirdiği şan ve şöhret vardı; o şan ve şöhretle büyük firmalara kapağı atanlar da oldu ama o kadar.

Aradan geçen 25 yıl zararlı kod üreten insanların varlığını değiştirmese de bu kişilerin profilini oldukça değiştirdi. Bugün zararlı bir yazılım üreten çoğu siber saldırganın temel amacı yarattığı kod üzerinden doğrudan para kazanmak. Bunu yapabilmek için de eserlerini eskiden yaptıkları gibi olabildiğince yaymak yerine tam tersi bir strateji güdüyorlar. Ürettikleri kod ne kadar bilinmez kalırsa o kadar daha iyi.

İki farklı para kazanma stratejisi söz konusu. Ve ne gariptir ki fiziksel hırsızlık teknikleri ile büyük benzerlikler gösteriyor.

İlki çok kişiden küçük meblağlar yürütmek üzerine kurulu. Yankesicilik bir nevi. Saldırgan burada sürümden kazanıyor ama elde edebildiği kazanç hiç de yabana atılabilecek bir meblağ değil. Bu konuda da mobil cihazlar ve sosyal medya çok rağbet gören saldırı alanları. Bedavaya indirilen uygulamalar mobil cihazlar üzerinden ücretli SMS’ler atarak, aramalar yaparak geniş kitlelerden ufak meblağları saldırganın erişebileceği kaynaklara iletebiliyorlar. Yıl sonuna kadar 1 milyonun üzerinde vadettiği işi yapmak yerine mobil cihazı siber saldırganların kontrolüne verecek yazılım oluşacağı tahmin ediliyor.

Bir diğer strateji ise tek hamlede voliyi vurmak. Müze hırsızlığı deyin buna da. Amaç çoğu zaman kurumsal bir sisteme yerleşerek olabildiğince uzun süre bu sisteme erişim hakkını elinde tutmak. Bu sayede kurum içi para edecek sayısal bilgileri rakip kurum, ülke vb. alıcılara pazarlamak yoluyla milyonlarca dolar kazanmak mümkün. Apple’ın ya da Samsung’un bir sonraki cep telefonu tasarımını ele geçirdiğinizi düşünsenize? Ya da bir bankanın, bir kamu kurumunun veritabanı yöneticisi haklarını?

Saldırganların stratejilerinin değişmesi ile birlikte savunma bacağında da yeni stratejilere ihtiyaç duyuluyor. Daha önce bilinen zararlı yazılım imzalarını eşleştirme ile yapılan yöntemler tek başına yetersiz kalıyor. Artık bilinmeyen, ama sisteminize girdiğinde sağı solu kurcalayan, bir yerlere bir şeyler kopyalamaya çalışan kod parçacıkları aramanız lazım. Kapılarınızı kilitlemeniz yeterli değil; evin içine bir de kamera sistemi kurmanızda fayda var.

Bilgi ve bilişim güvenliği endüstrisi ürün ve çözümlerini bu alana doğru konumlandırdılar çoktan. Ama pek çok başka alanda da olduğu üzere burada da konu donanım ve yazılımlardan çok bunları yöneten kişilerde ve bu konuyla ilgili verilecek uzman danışmanlık hizmetlerinde sonuçlanıyor. Sonuçta saldıran bilişimi kullansa da insan. O yüzden bu konuda biriken deneyimler ile silahlandırılmış savunma odaklı birimlerin oluşturulması gerekiyor.

Tabi dövüş sporlarında olduğu gibi, savunma tekniklerini öğrenirken saldırmayı da öğreniyorsunuz. Artık, “en iyi savunma saldırıdır” deyip siz de birilerinin sistemine dalar mısınız; orası size kalmış. Günün sonunda bir zamanların virüs kurbanı olmaktan, bir siber suç üstadına dönmüş bulabilirsiniz kendinizi.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 132. sayısında yayınlanmıştır.

Nereden, Nereye? - Bölüm 3: Bina İçinden Dünyanın Dört Bir Yanına (Dört Köşe #11, Temmuz 2013)

10 Mbps rakamı benim gözümde bilişim mimarilerinin değişimi konusunda kilit rol oynayan bir eşik değeridir. Ethernet ilk tanımlandığı zamanki standart hız 10 Mbps’dir. Daha sonra bunun Fast’i, Giga’sı vb.si çıkmakla beraber 1990’larda bina içi ağ erişiminde ulaşabildiğimiz en üst rakam olarak yer edinmiştir.

Bahsettiğimiz yılların bilişiminde kullanılan yazılım mimarisine baktığınızda da istemci-sunucu (client-server) yapıların gündemde olduğunu görürsünüz. Henüz çok katmanlı yapıların gündeme gelmediği bu mimaride, bilişim hizmetinin temel veri kaynağı sunucu olmakla beraber işlemci gücünün önemli bir kısmı istemci üzerine bırakılmaktaydı. Biraz detaya gireceğim müsaadenizle; istemci bir SQL sorgusu ile sunucudan veriyi çekip, kendi üzerinde bu veri ile ilgili gerekli işlemleri yapmakta ve işlediği veriyi ethernet üzerinden sunucuya yazarak işlemi tamamlamaktaydı.

Bu işi sunucu ile aynı binadaysanız yapmak mümkündü de, kbps’ler ile ölçülen geniş alan ağlarında yemiyordu sunucudan veriyi istemciye kadar çekmek. Yine de kurumunuzun taşra teşkilatından da benzer çalışma mantığı sağlamak gerekiyordu. Yerel olarak kurulan istemci-sunucu mimarilerinin gece birbirleri ile senkronize edilmesi günü kurtaran gibi pek çok çözüm üretildi. Yine de veri tutarlılığı gibi konular zaman zaman sorun olarak ortaya çıkıyordu.

İmdada çok katmanlı mimari yetişti. Java, .net gibi destekçileri ile HTML tabanlı kurumsal uygulamalar, veritabanı sunucularının hemen yanında duran uygulama sunucusu katmanında çalışmaya başladı. Çok katmanlı mimarinin 2 önemli getirisi oldu bilişime. Öncelikle tüm verilerin tek merkezde toplanmasını sağladı ki, veritabanı yönetmekle yükümlü insanlar için bulunmaz bir nimettir. İkincisi de uzak alan ağ bağlantıları üzerinden sadece HTML tabanlı veri alış verişi ile uygulama çalıştırmaya olanak sağladı; bu da düşük ve kalitesiz uzak alan ağ bağlantılarında bile neredeyse sorunsuz yürüyebilen bir mekanizmaydı. Hatta ilaveten, istemcisi kurumsal ağda bulunmayan kullanıcılar bile internet denilen icat sayesine bu uygulamalara erişebiliyorlardı.

Çok katmanlı mimarinin nimetleri saymakla bitmez de, işin basit bir tarayıcı üzerinden yapılması aslında istemciler üzerinden işlemci yükünü alıp istemcilerin işlemcilerini neredeyse atıl konuma düşürdü. Grafik tasarım, oyun, istatistiki analiz vb. işinde değilseniz, makinenizin işlemcisini %3-4’ten fazla yormanız çok zor. Zaten bu yüzden ince istemci, zero-diet client türü konuların popülaritesi arttı.

Geri dönelim 10 Mbps hikayesine. Aradan geçen 20 yılda sadece yerel alan ağ hızları değildi tabi artan. Artık geniş alan ağ bağlantıları için de 10 Mbps hızı harcıalem bir rakam. Evlerde kullanılan ADSL’ler 8 Mbps, Metro-Ethernet kurumlar için sıradan bağlantılar. Kurumsal yapıları bırakın evler için bir 1 Gbps hizmetler var.

Rakamsal gelişmelerin güzelliğini bir kenara bırakırsak, bilişim perspektifi ile de bir güzellik getirmiş durumda bu hızlar. Artık evinizden, internetteki (yani dünyanın herhangi bir yerindeki) bir sunucu kaynağına, bir zamanlar aynı binadan ulaştığınız hızlarda ulaşabiliyorsunuz.

Hal böyle olunca, bilişimimizde de yeni şekiller ortaya çıkıyor. Dosya sunucusunun alternatifi bulut depolama oluyor. Özellikle mobil cihazlar üzerinde uygulamalar işlemciler üzerinde çalışıp verilerini ya da sorgularını internet üzerinden yapan bir mimariye döndü. Her ne kadar çok katmanlı ve XML tabanlı yazılım teknolojileri kullanılsa da, istemci-sunucu mimarisine benzer bir yapı çıktı tekrar ortaya.

Her işe yarayan bilgisayarlarda yapılan bilişim doyuma uğradı zaten. Asıl artış amaca yönelik bilişim cihazları kullanımı yönünde. Bu cihazlar da yaptıkları işi kendi kaynakları ile çözüp veriyi internet üzerinden alıyorlar.

Artan bant genişlikleri ile de bu konuda sıkıntı yaşanmıyor; bugünün bulut veri merkezi geçmişin yan odasından daha yakına geldi bir anlamda.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 131. sayısında yayınlanmıştır.

Nereden, Nereye? - Bölüm 2: Ceplerden Buluta (Dört Köşe #10, Haziran 2013)

Eminim yazının başlığındaki cep ifadesinin cep telefonuna bir gönderme olduğunu düşünenler de vardır ama benim kast ettiğim bayağı, bildiğiniz cep; hani ceketlerde, paltolarda olan. Tüm verilerin disketlerde saklandığı zamanlarda kullandığınız giysilerin 5.25"lik disketleri alabilecek büyüklükte cepleri olması tercih sebebi olabiliyordu doğrusu. 3.5"lik disketlerin çıkması ile klasik ceket cebi ve hatta kısa süreli taşımalar için pantolon cepleri bile kullanılabilir oldu veri taşıma amaçlı. “Neden taşıyıp duruyorsun disketleri kardeşim?” diye soracak olursanız... E, bir dosya üzerinde hem evde, hem de okulda çalışmak istiyorsanız, başka alternatifiniz yoktu.

Disket, CD, taşınabilir disk, USB bellek, adı ne olursa olsun, farklı mekanlarda ve farklı cihazlarda aynı veri ile çalışabilmek adına hep bir şeyler taşıdık yanımızda. Bu sefer de güncel sürüm tutmak bir problem olarak çıktı karşımıza. En son evde mi düzenlemiştik belgeyi, USB’deki miydi yoksa? Hele bir de bir yerde unuttuysak, eyvah, gitti bizim dosyalar, umarım yanlış ellere düşmezler.

Her derde deva olan çağın icadı internet bu konuda da yardımımıza koştu çok şükür. Bant genişliklerinin ve erişim imkanlarının artması ile verilerimizi internet üzerinde saklayıp, erişim olan her yerden en güncel sürüme ulaşmamız fikri aslında çok da yeni değil.

Rapidshare gibi sadece tarayıcı destekli servislerle tanışıklığımız 2000’li yılların başlarına gidiyor. Bu tür servislerin temel felsefesi dosyaları taşımak yerine bir web sitesine yüklemek. Böylece gerek siz, gerekse de paylaşımda bulunduğunuz insanlar ilgili verileri kendi bilgisayarlarına indirip üzerinde çalışabiliyorlar.

Ancak, haliyle kullanıcı dostu olmak anahtar bir kavram. Gerek Google, gerekse Microsoft, gene tarayıcı destekli olmakla beraber bu tür bir servisin klasik masaüstü kullanıcısına bir sürücüymüş gibi tanıtılmasındaki fırsatı gördüler. Google Drive ve Skydrive hemen hemen aynı tarihlerde kullanıma sunuldu. Bulutta yer alan sanal sürücülerin yıllardır var olmalarına rağmen, mobil cihazlar ve masaüstü platformları ortak bir çatıda toplaması ile Dropbox yeni bir bakış açısı getirdi konuya. Ve kavramın adı bulutta depolama olarak yeniden pazarlandı.

Tabi, ufak birkaç soru hemen aklımıza geliyor.

Mesela bulutta sakladığımız veriler gerçekte nerede? “Bulut sağlayıcının veri merkezinde” biraz yuvarlak bir cevap; dünyanın herhangi bir yerinde olabilir anlamında aslında.

Bulut depolamadaki verilerimiz güvende mi? Eh, evimizden güvenli sayılır; SafeSync (eski adı Humyo) veri merkezini eskiden Bank of England’a ait bir altın külçesi kasasında konumlandırmış durumda mesela.

Fiziksel güvenlik tamam da, ya bilgi güvenliği; ne malum bu kanaldan bize zararlı yazılımların bulaşmayacağı? Bulut depolama sağlayıcılarının bu konuda sizden daha paranoyak davranacağına emin olabilirsiniz; bir bulaşma olursa on binlerce kullanıcı etkilenir. Bu sağlayıcıların bazıları zaten F-Secure, TrendMicro gibi güvenlik yazılım firmalarına ait.

Daha soru-cevap uzayabilir aslında ama emin olun, bulut depolama sağlayıcılarının her soruya verecek bir cevabı olacaktır. Bu noktada arkanıza yaslanmanızı ve bulut depolama hizmetlerinin keyfini çıkartmanızı öneriyorum. Şahsen bir yılı aşkın bir süredir tüm dokümanlarımı Google Drive, Skydrive ve SafeSync üzerinde tutuyorum. Tabi bulutun da bulutu var. Benim gibi çoklu bulut depolama sağlayıcısı kullanıyorsanız Storage Made Easy ile tamamına tek bir arayüzden de erişebiliyorsunuz. İyi akıl.

Bir başka eğilim de kurumsal bulut depolama teknolojileri. Verinizin nerede tutulduğu ile endişeleriniz var ve verilerinizi illa ki elinizin altında bir depolama ünitesinde tutmak istiyorsanız, özel bulut depolama çözümleri ile çözümler üretebilirsiniz.

İster sabit, ister mobil cihazdan; ister web tarayıcıdan, varsa kendi uygulamasından her dokümanım nereye gitsem elimin altında; böyle rahatlık görmedim. Üstüne üstlük bir dosyayı paylaşmam gerektiği zaman gerekli paylaşım iznini verip dosyanın linkini e-posta atabiliyorum. Kurumsal çözümlerde grup çalışma dizinleri, cihaza ve dosyaya özel yükleme politikaları tanımlamak da mümkün olabiliyor.

Anlayacağınız, eskiden cebimde taşıdığım dosyalar buluta gitti. Cebe ihtiyaç kalmadı. Belki de bu yüzden, artık cepsiz, İtalyan stil gömlekler moda.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 130. sayısında yayınlanmıştır.

Nereden, Nereye? - Bölüm 1: Diskten Belleğe (Dört Köşe #09, Mayıs 2013)

Daha önceki bir yazımda da başka dille ifade etmiştim gerçi, bir kez daha da tekrarlamakta zarar yok. Bilişim dediğimiz iş sonuçta bir işlemcide yapılıyor. Onun dışında kalan bütün konu, işlemcinin işleyeceği bilginin depolandığı yerler ve bu verilerin söz konusu yerler arasındaki yolculuğu. Zaten ölçü biriminden de belli; önbellek, bellek, disk, teyp, CD, DVD gibi bilişim bileşenlerinin hepsi byte’ın katları ile ölçülüyorlar. Tabi artık kilobyte, megabyte bile hafif kalan katlar. Bilişim dünyasından da altı sıfır atsanız ve bir megabyte’a bir yenibayt deseniz fena olmayacak aslında. Yine de sunumlarda filan, özellikle büyük veri gibi konulara girince çoğu insanın henüz duymadığı exabyte, zettabyte gibi kelimeleri kullanmak havalı oluyor. O yüzden pek böyle bir şeye yanaşılmıyor sanırım.

Bir bilgisayar sisteminde, verinin depolandığı bu birimleri ikiye ayırmanın bir yolu da üzerlerinde verileri geçici mi, kalıcı mı olarak tuttukları bakışı. Kast ettiğim, elektriği kestiğinizde alette veri duruyor mu, yoksa gidiyor mu? Yukarıdaki paragrafta saydıklarımdan önbellek ve bellek güç beslemesi kapatıldığında veri saklayamayan depolama noktaları. Kalanların hepsi, siz bir şekilde silmediğiniz sürece üzerlerindeki veriyi koruyabiliyorlar.
Bu ayırıma dikkat çekmekteki amacım, bu depolama birimlerindeki hacimsel değişikliklerin ister tablet bilgisayar, ister sunucu sistemi olsun bilişim mantığını nasıl değişikliğe uğrattığına dikkat çekmek.

Önce bilgisayarın kendisinden başlayalım. Kişisel bilgisayarın ilk çıktığı zamanlarda bir metin dosyasının tamamını bile bellekte tutamadığınız için işletim sistemleri dosyanın yalnızca o an görüntülediğiniz kısmını belleğe alıp, siz sayfa değiştirdikçe gacır-gucur disketten okurdu yeni kısmı. Bugün bir mobil işlemcinin önbelleği bile bahsettiğimiz zamanın sistem belleğinin 40 katı. Her ne kadar o zamanın metin dosyası ile şimdiki arasında da nitelik farkı olsa da, bugün çoğu metin dosyanızı işlemci önbelleği üzerinden düzenlemeniz mümkün.

Vurgulamak istediğim nokta, kelime işlem uygulamasında disk birimlerinin uygulamanın çalışması için elzem bir bileşenken artık söz konusu uygulamanın umurunda bile olmayan bir bileşen haline gelmiş olması. Bu örneği oyun programlarından tutun da, veri madenciliği uygulamasına varıncaya kadar pek çok farklı uygulama için benzeştirebilirsiniz. Elektriği kesmediğiniz sürece, hard diskin lambasını bile yakmadan pek çok uygulamayı belleğinizden çalıştırmanız mümkün aslında.
Bu konudaki bir başka trend de belleğin disk olarak kullanılması oldu. Bugün SSD dediğimiz disk teknolojisi, ana bellekte kullanılanlardan biraz daha yavaş olan bellek birimlerini işletim bilgisayarlar ve onlar aracılığı ile işletim sistemlerine disk diye yutturmaktan ibaret temel olarak.

Bellek hız ve kapasitelerindeki bu gelişme disklerin kullanımını da farklı bir yere itiyor haliyle. Önceleri yedek deyince aklımıza teyp gelirken, bugün bütün temel kurumsal üreticiler diske yedek alma teknolojilerine yatırım yapıyor. Elbette bunun bir sebebi disklerin artık yedekleme ortamı olarak kullanılabilecek derecede ucuzlamış olması. Ancak aynı zamanda artık diskler, yukarıda bahsettiğimiz bellek gelişmeleri ile ana bilişim öğesi olmaktan düşüp, ikincil bir depolama olarak kullanılmaya doğru itiliyor. Benzeri konu DVD’ler için de geçerli. Daha önce hard diskimize sığmayan resim, video gibi verilerimizi optik medyalara yedeklerken, artık harici diskleri tercih ediyoruz.

“Nereden, nereye?” derken, hem bilişimde sabit disklerin yerini bellek tabanlı öğelerin aldığını, disklerin de optik medyaların yerine geçtiğini de kast ediyorum. Hem de bilişimin yapılış biçiminin de değiştiğini vurgulamak istiyorum. Son nesil bilişim cihazları olan tabletler ve işletim sistemleri tamamı ile cihaz üzerinde depolama birimi olmadan bilişim sağlayabilecek şekilde tasarlandılar. Yine, kurumsal yapılarda yer alan sunucular üzerindeki uygulamalar da bellek içi bilişim için kendilerini uyarladılar.

Dropbox, SafeSync, Livedrive gibi bulut depolama çözümleri ile, veri saklama anlayışımız biraz daha da değişecek. Önümüzdeki ay da bu konuyu irdeleyeceğim.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 129. sayısında yayınlanmıştır.

Mobil İşletim Sistemleri’nin Görünmeyen Yükselişi (Dört Köşe #08, Nisan 2013)

Tablet bilgisayar ve akıllı cep telefonları kullanımı ile yaygınlaşan mobil işletim sistemleri, aslında tasarlandıklarından çok daha büyük işler peşinde koşuyorlar bu aralar. Gözlerini diktikleri yeni hedef gömülü işletim sistemleri olarak bilinen alan; yani halk tabiri ile içinde “beyin” bulunan cihazlar.

“Bilgisayarlı tomografi”, “yol bilgisayarı” gibi içinde bilgisayar kelimesi geçen cihazlardan tutun da, medya oynatıcı, POS cihazı gibi barındırdığı işlemciyi daha da gizli tutan cihazların hepsi netice itibarı ile birer bilgisayar sistemidir. Yakın geleceğe kadar her biri kendine has işlemciler ve işletim sistemleri barındıran bu cihazlarda da, çoklu hareketin verdiği esneklik ve standardizasyon adına daha popüler işletim sistemleri arayışına geçildi. Bu arayışın altındaki temel unsurlardan bir tanesi elbette işletme maliyetlerinin azaltılması. Sonuçta özel bir işlemci üzerinde çalışan endüstriyel bir işletim sisteminin dilinden anlayan, bu platform için uygulama geliştirecek birisini bulmak için elinizde kandille aramaya çıkmanız lazım. Oysa bu platform bildik bir şey olsa, kime olsa çözdürürsünüz işinizi.

Cihaz tabanlı işletim sistemi konusunda liderliği sessiz sedasız Microsoft götürdü aslında uzun süre. Bugün CNC tezgahı, el terminali gibi pek çok cihaza baktığınızda Windows CE ya da Windows Mobile işletim sisteminin varlığını görürsünüz. IP kamera pazarında da pek çok Windows tabanlı cihaz çalışır durumda. Sonuçta Windows’dan yaygın platform mu bulacaksınız; sokaktan birini çevirseniz iyi kötü bir şekilde anlar dilinden.

Arkasında iddialı bir üretici ve sağlanan çok ciddi bir dokümantasyon olsa da Windows Mobile’ın da kısıtları yok değil. Burada da yine belirli bir işlemci ailesinin ve kaynak kodu elinizde olmayan bir işletim sisteminin limitleri dahilinde oyun oynayabiliyorsunuz. Bu cümlenin takipçisi olarak da haliyle akla Linux geliyor. Ve şimdilerde de Linux hareketinin daha ufak sikletli takipçisi, Android.

Elinizde kaynak kodu olan bir işletim sistemi bulununca, işlemci, platform vb. dertler oldukça azalıyor. Herhangi bir mikroişlemci ve etrafındaki çevre birimleri için Android tabanlı bir işletim ortamı oluşturmanız mümkün. Bunu yapacak personel bulma konusu da çok dertli değil; piyasada bugün oldukça yüksek sayıda Android geliştiricisi bulabiliyorsunuz. Üstüne üstlük, mikro platformlarda performansı arttırmak için Android üzerinde gereksiz sürücü, servis ve kütüphaneleri oluşturduğunuz platforma dahil etmeme lüksünüz var.

Bu sebepten olsa gerek, bugün her bir şeyin Android’lisini bulmanız mümkün. Saat, medya oynatıcı, oyun konsolu, fotoğraf makinesi, masaüstü telefon gibi ev kullanımına yönelik olanlar bir kenara dursun, PoS cihazları, Barkod tarayıcılar gibi endüstriyel cihazlarda da kendine yer buldu Android. Dünyanın önde gelen otomobil üreticilerinden ikisi araç bilgisayarlarında Android kullanma projelerini duyurmuş durumda.

Tabi ki Microsoft da boş durmuyor. Motorola Solutions, Intermec, Honeywell, Ingenico ve Bluebird gibi endüstriyel pazar liderlerinin desteğiyle birlikte Windows Embedded 8 platformunu 2013 başında duyurdu. Android platformunun “topluluk gücü”ne karşı Microsoft’un “kurumsal gücü” yine geliştiricileri alternatifleri değerlendirme noktasına getiriyor.

Hangi çözüm sağlayıcısının neyi seçeceği kendilerinin vereceği ticari bir karar tabi. Ancak şu görülüyor ki, endüstriyel sistemlerde cihaza özel, kapalı mikro kodlar yerlerini mobil işletim sistemlerine bırakıyorlar.

Bu geçiş bir anlamda bilişim camiasının da işine geliyor. Bahsi geçen cihazların hepsi birer IP istemcisi olduğu için bu cihazların yönetimi ve güvenliğinin sağlanmasında kişisel bilgisayar tabanlı cihazlarda kullanılan mekanizmalar devreye girebiliyor. Ancak söz konusu cihazların sayısının artması ve bu cihazlarda kullanılan işletim sistemlerinin de ortak güvenlik açıklarına sahip olması kurumsal bilişimin çözmesi gereken önemli konulardan birisi haline geldi.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 128. sayısında yayınlanmıştır.

Bugünlerde Ne İle Bilişiyorsunuz? (Dört Köşe #06, Şubat 2013)

Bilişim sözcüğü literatürde yerini aldı almasına da bilişimci dediğinizde hala yadırgıyorum biraz. Eskiden “bilgisayarcı” diye geçerdi bilişim işleri ile uğraşanlar. Haklı da bir sebebi vardı bu ifadenin, çünkü kullanılan tek cihaz, ister mainframe, ister Commodore 64, ister PC, sonuçta bir bilgisayardı.

Toplum olarak bilgisayar kavramından çok yüksek beklentilerimiz olduğunu ve bunun sebebinin Uzay Yolu dizisi olduğunu her fırsatta söylerim. Kaptan Kirk’ün “bilgisayar rotayı hesapla” dediğinde ne kaynak, ne hedef, ne hız, ne rota sormadan Atılgan’ı galaksinin bir ucundan öbürüne götüren bir şey olarak belleğimize yerleştirmiştik bu mereti. Sonra gördük ki, bir parantez kapamasan “syntax error” diye ağlayacak kadar zavallı bir makineymiş.

Biz bilgisayarcılar olarak anladık bunu da, toplum o kadar kolay hazmedemedi. “Bilgisayarlı rot-balans” bunun güzel örneklerinden biridir. En az yirmi yıldır vardır sanayide, halbuki bilgisayar dediğinin tek yaptığı ekrana görüntü vermektir; ayarı gene usta yapar.

Ev bilgisayar kullanıcılarının hali daha da eğlencelidir. Akrabalarımıza, arkadaşlarımıza mouse kullanmaktan, disk formatlamaya kadar pek çok garip şey anlatmak zorunda kaldık bilişimin nimetlerinden yararlanabilmeleri için. Amerika’da okuyan oğlu ile ucuza konuşmak isteyen bir annenin çilesi bilgisayarın açılması ile başlıyor, modem ile internete bağlandıktan sonra Skype üzerine tıklayıp bir de oradan çocuğu bulmak şeklindeydi; o da her şey yolunda giderse.

Özetle, ister sanayide olsun, ister evde, bilgisayar ile bilişim uç kullanıcı için biraz zahmetlidir. Bilgisayardan verim alabilmeniz için sizin de bilgisayara emek harcamanız gerekirdi.

Oysa aynı anne, bu işi evine aldığı akıllı televizyonu ile rahat rahat yapabiliyor. Evet, arkada kullanılan teknoloji üç aşağı beş yukarı aynı, ama artık bilişimin nimetlerinden bilgisayar olmadan da yararlanabiliyor.

Bilişim teknolojileri kullanımının genel amaçlı bilgisayarlardan amaca yönelik cihazlar üzerine kaydığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Donanım üreticileri kişisel bilgisayar satış rakamlarının düştüğünü, tablet satışlarında ise gözle görülür bir artış olduğunu söylüyor. Bunun yanı sıra satılan akıllı TV, fotoğraf makinesi gibi cihazların haddi hesabı yok.

Şimdilik bireysel kullanıcı pazarında daha görünür olsa da bu dönüşüm, kurumsal yapılarda da IP tabanlı kameralar, telefonlar, geçiş sistemleri gibi bileşenler ile kendini hissettiriyor. Endüstriyel kullanımda, artık yol bilgisayarı standart donanım haline gelirken, havaalanı, banka gibi pek çok yerde kioskların varlığına pek alıştık. Üretim bandı bulunan her kuruluşun otomasyonu bilişim ile yapılıyor.

Bilişimin masaüstü, işletim sistemi gibi bilişimcilere has kavramlara gerek kalmadan üç beş tuşa basarak kullanılması hoş bir durum olsa da işin arka tarafı bambaşka soruları getiriyor beraberinde: Ne olacak bu cihazların hali?

Neyi kast ettiğim Stuxnet olarak bilinen ve İran’ın nükleer reaktörlerini hedef alan saldırı ile örneklenebilir. Genellikle nükleer reaktörünün soğutma sistemlerini denetleyen bilişim cihazlarını etkileyen bir siber saldırı, bazı nükleer reaktörlerin devre dışı kalmasına neden olmuştu. O tarihe kadar bu bilişim cihazlarının güvenliğini sağlamak çok kimsenin aklına gelmemişti.

Java’da bir açık varsa, aynı açık yol bilgisayarımızda da var. Evde bilgisayarlarımıza anti virüs yüklüyoruz da, akıllı TV’mize ne yükleyeceğiz? Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış bankamıza ait bütün kioskların yönetimini nasıl yapacağız?

Amaca yönelik bilişim cihazlarının kullanımının yaygınlaşması biz bilişimcileri eski usul yöntemlerin yanında farklı çözümler oluşturmaya yönlendiriyor. Yük son kullanıcıda değil artık; gerçek anlamda arka planda kalan bilişimcilerde.

Önümüzdeki yıllarda bilişim cihazlarının yönetimi, güvenliği ve bu cihazlar ile uygulamalara erişim sağlama yöntemleri, bilişim ile uğraşanları oldukça uğraştıracak. Bana da 2-3 makalelik daha malzeme çıkar buradan.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 126. sayısında yayınlanmıştır.

İşletim Sistemleri “Nerede” Şimdi? (Dört Köşe #05, Ocak 2013)

Öyle bir başlık oldu ki, nereye çekersen oraya gider. Aslında amaç da biraz oydu zaten.

"İşletim sistemi, bilgisayarda çalışan, bilgisayar donanım kaynaklarını yöneten ve çeşitli uygulama yazılımları için yaygın servisleri sağlayan bir yazılımdır" diyor tanımında. Bu tanıma bakacak olursanız, sıradan kullanıcının işletim sistemi ile pek bir işi yok gibi gözüküyor. Altta donanım kaynaklarını sağlıklı bir şekilde yönetildiği sürece, kullanıcı uygulama yazılımı ile muhattap olacak sadece.

Aslında ilk “nerede” sorusunu cevaplamış da olduk; uygulama yazılımları ile donanım arasında. İster Microsoft, ister Linux/UNIX tabanlı olsun, oldukça uzun süre boyunca bu tanıma sadık kalındı. Kara ekrandaki imleçin yanıp söndüğü yere komutu yazıyordunuz, uygulama çalışıyordu. Kullanıcı makinenin RAM’i şu kadarmış, şu driver yüklüymüş vb. ile uğraşmıyordu o zamanlarda. O iş biz sistemcilerin derdiydi.

İlk işletim sistemlerinin içinde, sistem yöneticilerinin işlerini görmesi, komut dosyalarını düzenleyebilmesi gibi işler için ufak tefek yardımcı programlar bulunurdu. Her sürümle birlikte bu yardımcı programların hem yetenekleri arttı, hem de çeşitlilikleri. Bu konuyu bir tutun aklınızda, buraya döneceğiz.

1984’te Apple Mac OS diye radikal bir işletim sistemini piyasaya tanıttı. Bugün hala müptelası olduğumuz masaüstü kavramını kendilerine borçluyuz. Orijinal Mac OS’a da baktığınızda klasik işletim sistemi tanımına oldukça sadık olduğunu görürsünüz. Sistem kaynaklarının yönetimini grafik bir arayüz ile yapabilme yeteneği hem sistem yöneticilerinin işlerini kolaylaştırıyor, hem de sistem yönetme işini kolaylaştırıp ev kullanıcılarının “bilgisayarcı”lara olan ihtiyacını azaltıyordu.
İlginçtir, Windows 1.0 1983’te hazır olmakla beraber 1985’te, Mac OS’un arkasından piyasaya sürüldü. Windows 95’e kadar Windows bir işletim sistemi değil bir grafik arayüz uygulaması sınıfındaydı; altta MS-DOS işletim sistemine ihtiyaç duyuyordu. PC’nizde aslen Windows olmasa da olurdu; Windows size sadece kullanım kolaylıkları ve ekstra programlar getiriyordu. Apple’cılar da boş durmayıp Mac OS sürümlerinin içine benzer yardımcı programlar katmaya başlamışlardı. Linux camiası da X Windows System ve türevleri ile alternatifler üretiyorlardı.

İşte bu noktada “nerede” sorusunun cevabı bulanıklaşmaya başladı. Artık işletim sistemi makine kaynaklarını yönetmenin çok üstünde, elinize alışkanlık yapmış bir sürü uygulamayı da içeren bir paket haline gelmişti. Web tarayıcısı işletim sisteminin bir parçası mıydı? Klasik disiplin “ne münasebet” cevabı verilen bu soruya kullanıcı açısından baktığınızda “olmazsa olmaz” cevabını alıyordunuz. Hesap makinesinden medya oynatıcıya kadar pek çok uygulama bu soruya maruz kaldı. Başta Microsoft olmak üzere “vay sen bu programı nasıl dahil edersin işletim sistemine” konulu davalarda çarpık tazminat bedelleri uçuştu.

HTML5, Java gibi teknolojiler bugün işletim sistemi kavramını daha da bulanıklaştırıyor. Bugün bir web tarayıcı açtığınızda içinde ofis paketinden tutun medya oynatıcıya kadar her bir uygulamayı çalıştırabiliyorsunuz. Bu noktada, donanım kaynaklarını doğru yönetebilen bir web tarayıcı bile bir işletim sistemi sayılabilir. Hatta “Uygulamanın bir altı işletim sistemidir” derseniz, Facebook’a bile işletim sistemi diyebilirsiniz; Facebook için geliştirilmiş onbinlerce uygulama var.
Barındırdığı masaüstü ve uygulama paketleri nedeni ile bugün kullanıcılar bir işletim sistemi tercihinden bahsediyorlar. Aslında kimsenin bellek yönetimi, yazıcı sürücüsü performansı gibi asıl işletim sistemi işlevlerini dert ettiği yok.

Ancak tablet kökenli yeni nesil işletim sistemleri, bu “nerede” olgusunu tekrar eski konumuna getirecek gibi gözüküyor. Gerek iOS, gerek Android, gerekse de Windows 8 işletim sistemleri kullanıcı odağını masaüstünden çekip uygulamalara doğru yöneltme eğilimindeler. Hepsine baktığınızda kullanıcılar yalnızca uygulamaların ve sistemin temel ayarları dışında bilgisayarlara ait kaynaklara fazla el sürdürmeyi sevmiyorlar. İşletim sistemi denilen çekirdek işlevler dışında neye ihtiyacınız varsa gidip bir uygulama dükkanından edinmeniz bekleniyor. Aynı dalga OS X, Linux gibi PC işletim sistemlerine de bulaşmış durumda.

Bu cihazların bu derece tutulmasının asıl nedenlerinden birisi de bu bence. Kullanıcıları işletim sistemi denilen karmaşadan uzakta tutup, uygulama kullanmanın keyfini yaşatıyorlar. Bu yaklaşım sayesinde işletim sistemleri şimdi gerçek olmaları gereken yerdeler tekrar.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 125. sayısında yayınlanmıştır.

Yüklükten Dolaba (Dört Köşe #04, Aralık 2012)

Depolama işi bilişim dünyası hayatımıza bu kadar girmeden önce bile insanların en önemli sıkıntılarından bir tanesi olmuştur. Ev kiralarken sorulan ilk sorulardan bir tanesidir evin dolaplı olup olmadığı. İş dolapla da bitmez aslında. Dolap içinde ayakkabıları daha az yer tutacak şekilde saklayan raflardan tutun da kravatları kırışmadan saklamak için özel askılara varıncaya kadar türlü akıllı depolama zımbırtıları kullanırız. Eşyalarımızın daha az yer tutması için vakumlu torbalar çıktı, hem birbirine karışmasın hem de tozlanmasın diye hurçlar var. Sadece giyim kuşam depolama üzerine bile bir makale yazılabilir; daha bunun alet edevat için çantası, gıda depolamak için kileri- derin dondurucusu var. Evinize bir bakın her yerde bir şeyler depoladığınızı ve bunları verimli depolamak için çözümler ürettiğinizi göreceksiniz.

Giyim kuşamdan devam edelim. Ürettiğimiz depolama çözümlerinin kimi zaman daha az yer kaplamak, kimi zaman işlevsellik adına yerden taviz vermek, kimi zaman da kolay ve hızlı erişilebilmek gibi amaçları barındırıyor bünyesinde. Veri depolamada yaptığımız da hiç farklı değil aslında.

Yaz gelince yazlıkları çıkartıp kışlıkları kaldırmak diye bir kavramımız var. Bunun veri depolamadaki karşılığı katmanlı depolama. Bir disk sisteminin az erişilen veriyi yavaş dönen disklere aktarması ile oldukça paralel.

Yazın yorganları vakumlu poşetlere koyup dolabın ücra köşesine koyuyoruz. Yerden oldukça tasarruf sağlıyor ama erişmek istediğimizde biraz vakit ve emek harcamamız gerekiyor. Disk sistemleri de arzu ederseniz size sıkıştırma seçeneği sunuyor; performanstan taviz vermeniz karşılığında tabi.

Sık kullandığımız ceketlerimiz elbise dolabımızda değil girişteki portmantolarımızda duruyor; her kapıdan çıkışta ta içeri odaya kadar gitmiyorsunuz. Disk sistemlerimizdeki önbellekler de bu işe yarıyor. Sık sık kullandığınız verilere buradan çok hızlı erişebiliyorsunuz.

Muadilini bulamadığım tek depolama teknolojisi tekilleşitme. Gerek dosya tabanlı, gerekse de veri bloğu tabanlı tekrar eden verilerin tek nüsha olarak tutulması mümkün. Bu sayede disk sistemi üzerine aynı sunumu farklı kişiler kopyaladığında sunumun tek bir nüshası tutulabiliyor. Buna ilave olarak, kullanıcılardan birisi bir yansıyı değiştirdiğinde bile sadece aradaki fark depolanıyor. Fiziksel olarak dosya talep edildiğinde dosya saklanan bloklar üzerinden oluşturulup kullanıcıya aktarılıyor. Günlük hayatta bayanların ayakkabılarını da siyah, babet, topuklu, açık burunlu gibi parametrelere indirgeyebilsek ne güzel olurdu. Toplam 5-6 çift ayakkabıdan o gün giyilen kıyafete uygun ayakkabı yaratabilirdik. Hem evdeki yerden, hem de ayakkabılara ödenen servetten tasarruf sağlardık.

Baktığınızda yeni nesil disk sistemlerinin özellikleri arasındaki ortak unsur “akıl”. Bu da işlemci teknolojisindeki gelişmeler sayesinde oluyor aslında. Günümüzde disk sistemlerinin kimi bildiğimiz ticari işlemcilerle, kimi ise depolama uygulamaları için özel geliştirilmiş işlemcilerle donatılmış durumda. Daha önce disk sistemleri ancak RAID , anlık kopya ve diskten diske kopyalama gibi temel birkaç işlevi yerine getirebilirken, yeni nesilde işlemcilerin performansı sayesinde veriler yazılırken ya da okunurken bağlanan sistemlere gecikme yaratmadan veri ile pek çok düzenleme yapmak mümkün hale geldi.

Akıllı disk sistemleri üzerlerinde tuttukları verileri işlemek için disklere veri bloklarını doğrudan yazmak yerine bir nevi doya sistemi kullanıyorlar. Bu işin öncüleri olan firmalar arka planda kendilerine özel dosya sistemleri kullanıp sunucu katmanı ile blok bazlı iletişimi tercih ediyorlardı. Kimi üreticiler yaptıkları optimizasyonlar ile NTFS ve extended filesystem üzerinde de eşdeğer performansı yakalayabiliyorlar. Bu da ağa bağlı depolama (NAS) teknolojisine rağbetin artmasına neden oluyor.

Sunucular üzerinde standart yerel alan ağ bağlantılarının 10 Gbps olması NAS cihazlarına bağlanmada yaşanan darboğazı aşmada önemli bir etken . Böyle olunca bazı büyük firmalar tüm kurumsal disk stratejilerini NAS ve iSCSI üzerine kurmuş durumdalar. Disk sistemi üzerinde sağladığı yeni nesil akıllı depolama özelliklerini ve blok bazlı fiber bağlantılara olan fiyat avantajı göz önüne alındığında da oldukça mantıklı bir yaklaşım.

Üzerlerine aktarılan veriyi işleyip amacına uygun bir şekilde depolayan yeni nesil disk sistemlerinin yanında bir önceki nesil disk sistemleri ninelerimizin evindeki yüklükler gibi kalıyor.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 124. sayısında yayınlanmıştır.

Di/Do = Hi/Ho (Dört Köşe #03, Kasım 2012)

Şimdiki düzende ne ara anlatılıyor bilmem ama bizim ortaokul yıllarında, biraz da adını çağrıştırdığı gofret sebebi ile severek ezberlediğimiz bir formüldür yazının başlığında yer alan. Formülde yer alan “o” gerçek nesneyi tanımlarken “i” ise ders kitabındaki ifadesi ile “zahirî” nesne için kullanılırdı. Zahirî'nin sözlük anlamı “görünen, görünürdeki” olarak geçiyor; Türkçe'sine aynı zamanda “sanal” da deniyordu.

Neydi peki sanal görüntü? Bir nesnenin gerçek olmayan, ama sizin algınıza yansıdığı şekline deniyordu. Nesne yerine bir bilişim kaynağını, sizin yerinize de bir bilişim servisini koyun, üç aşağı beş yukarı işin bizim camiadaki özetini yazmış oldunuz.

2005'ten sonra sunucu sanallaştırma ile popülerlik kazandı sanallaştırma kavramı. Ancak baktığınızda, sadece sunucu sanallaştırmanın bile 50 yılı aşkın bir geçmişi var. Kaldı ki sunucu sanallaştırmanın yıldızı bu kadar parlamadan önce bile depolama sanallaştırma, ağ sanallaştırma teknolojileri bilişim hayatının doğal bir parçası olarak yer alıyordu.

Bilişimde sanallaştırma dört temel işlevle kullanılıyor. Bunlardan bir tanesi sahip olunan bir kaynağın birden fazla kaynak şeklinde tanımlanması; bir fiziksel sunucu üzerinde dört sanal sunucu tanımlamak bunun en basit örneği. İkinci işlev ise tam tersi; birden fazla fiziksel kaynağı tek bir sanal kaynak olarak gösterme. WEB tabanlı uygulama sunucuları için kullandığımız yük dengeleme ya da sabit diskler ile oluşturduğumuz RAID dizinleri buna uygun örnekler. Bazen de bir bilişim kaynağını aslında olmadığı yerdeymiş gibi göstermek için kullanıyoruz sanallaştırmayı. Ya da bir bilişim kaynağını aslında olmadığı bir kaynak olarak göstermeye yarıyor; aslında disk olan bir cihazı teyp kütüphanesi olarak tanıtabiliyorsunuz sisteme.

Aslında bu noktada aynalara ve merceklere dönüp bakmak da mümkün belki. Optik teknolojilerini kullanarak da bir cismi olduğundan büyük, küçük, olduğundan farklı adette, farklı yerde, farklı renkte gösterebiliyorsunuz.

Peki niye?

Aklıma ilk gelen iki madde sırasıyla işlevsellik ve verimlilik.

Öncelikle, bilişim kaynaklarını fiziksel limitlerinden kurtardığınızda bu kaynaklar ile yapılabilecekleriniz çok daha fazla alternatife kavuşuyor. Beş tane 1 Gbps hızında ağ bağlantısını 5 Gbps'lik tek bir hat gibi tanımlayabiliyorsunuz; yetmiyor onu da içinde farklı mantıksal ağ bağlantılarına bölüp 5 Gbps'nin ne kadarını hangi ağın kullanacağını dinamik olarak ayarlayabiliyorsunuz. Aynısını sunucular, depolama birimleri için de yapabiliyorsunuz. Bir de bunları bir arada kullandığınızda, buyurun, hayal gücünüze kalmış gerisi.

Bu da haliyle yanında verimliliği getiriyor. Sanallaştırma kullanmadığınızda her bir fiziksel sistemi gereksinimin tepe noktası ile ölçeklerken, oluşturulan mantıksal havuzlarda belirli bir anda oluşabilecek toplam tepe noktası gereksinimini temel alıyorsunuz. Bu da her zaman ayrı ayrı tepe noktaları toplamından küçük oluyor.

Devrin hesap devri olduğunu konuştuğumuz bugünlerde sanallaştırmanın getirdiği esneklik ve verimlilik, bilişim altyapılarının olmazsa olmazı durumunda. Sanallaştırma felsefesi bu yönleri ile bulut bilişim teknolojilerinin de temelini oluşturuyor.

Yine de dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Sanallaştırma bir amaç değil bir araç sadece. Bilişim çözümlerinde esas olan, iş hedeflerimizi belirleyip gerekli bilişim teknolojilerinden en iyi şekilde yararlanmak olmalı.

Gerçek amacımızı görmek için de her zaman mercekle bakmamıza gerek yok; çoğu zaman çıplak gözle de görmek mümkün.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 123. sayısında yayınlanmıştır.

Evden Eve Nakliyat (Dört Köşe #02, , Ekim 2012)

İşe neresinden baktığınıza göre değişir muhakkak ama, bilişim diye yaptığımız işin büyük çoğunluğunun veri aktarmak olduğunu söylesek çok da yanılmış olmayız. Sonuçta veri üzerindeki değişikliği yalnızca işlemcilerde yapıyoruz. Sabit diskteki veriyi belleğe taşıyor, işlemcide değşiklikler yapıp yeni veriler üretiyor, bunları da kaybolmasın diye yine bellek üzerinden sabit disklere yazıyoruz. Kendi bilgisayarımızdaki verilerle yetinmeyip bunları aynı ya da uzak konumdaki bilişim cihazları ile paylaşmak için de ağ cihazlarından faydalanıyoruz. İşin bir sürü detayı var, ama yapılan iş bir çeşit taşımacılık.

Bu taşımacılığın da ev eşyalarını taşımakla büyük bir benzerliği var aslında. Bir oda içerisinde bir eşyayı taşımak için fazla bir çaba gerekmiyor; sıkletine göre tek başınıza ya da bir kişinin yardımı ile eşyanın yerini değiştirebilirsiniz. Kapılardan geçmek, merdiven çıkarmak gibi noktalara gelince işin rengi biraz değişiyor. Yerine göre eşyalar zarar görmesin diye paketliyorsunuz, çekçek vb. aletler kullanılıyor. Hele ki bina değiştirme söz konusu ise kamyon, kamyonun istiflenmesi gibi konular gündeme geliyor ki, iş iyice uzmanlık gerektiriyor.

Bir bilişim cihazının kendi içindeki iletişim de anakart üzerinden çok hızlı yapılabiliyor. Aynı yerel ağdaki cihazların haberleşmesi, verinin ağ protokollerleri ile paketlenmesi gibi işlemler yüzünden biraz daha çetrefilli olsa da, yine de çok yüksek hızlarda iletişim sağlanabiliyor. Geniş alan ağına çıktığınızda çok daha ince düşünmek zorundasınız. Çünkü verileri iletmekte kullanacağınız kaynaklar çok çok daha sınırlı.

Geniş alan ağ optimizasyonunda konu iş sadece bir hat üzerinden daha fazla veri aktarmak değil. Daha verimli veri aktarmak.

Öncelikle iki nokta arasındaki bağlantı parametreleri ile oynamak mümkün. Uydu bağlantısında bir sinyalin taşınması ışık hızının sınırı nedeni ile bir saniyeyi bulur. Beş yönlü bir TCP handshake işlemi için bu 5 saniye demektir. Ağ optizasyonu yapan bir cihaz, tek bir handshake yapıp ilgili uygulamayı “ben beşliyi yaptım, sen devam et” şeklinde kandırarak size 4 saniye kazandırabilir.
Günümüz verileri zaten sıkış tepiş; jpg dosyasının daha nesini sıkıştıracaksınız. Yine de, mümkün olduğunca sıkıştırma işlemi de yapıyor bu cihazlar. Ama daha fazla veri taşımadaki asıl teknoloji tekilleştirme. Aktarılacak olan paketler önce analiz edilip bu veri içinde tekrar eden bloklar yakalanıyor ve bunlar işaretleyiciler kullanılarak tek seferde aktarılıyor.

Önbellekleme ile de bir kez aktarılan verinin tekrar aktarılmasının önüne geçiyorsunuz. Burada cihazlar münferit dosyaları önbelleklerinde tutabildikleri gibi, tekilleştirmede tesbit edilen veri bloklarını da önbellekliyorlar. Bu sayade ham verilerin bile tekrar aktarılmasının önüne geçiliyor. Hafife almayın, ağ optimizasyon cihazları ile hattından yedi kat fazla verim aldığını söyleyen kişilerle tanıştırabilirim sizleri.

Bunlara ilave olarak ağ optimizasyon cihazları, geniş alan ağı trafiğini kullanan uygulamaları tanıyıp bu uygulamalara ait ince ayarlar ile çok çok daha yüksek verim sağlayabiliyorlar.

Evinizi taşırken hamalın masayı önce kapı önüne getirip sonra vazgeçip koltuğu taşıması, kamyonla ev arasında iki kere ek getir götür yapması sizi çok etkilemez. Ama kamyon iki kere gidip geliyorsa, ya da bir kamyon yerine iki kamyonla taşınmak zorunda kalıyorsanız epey canınız sıkılacaktır. Eşyanızı kamyona taşımadan önce inceden inceye ölçen, uygun eşyayı bir arada paketleyen, kamyona doğru istifleyerek sizi ikinci kamyonu tutmak zorunda bırakmayan, gideceği eve en çabuk nasıl ulaşacağının hesabını yapan ve vardığında eşyanızı planlı bir şekilde yerine yerleştiren, uzman nakliyeciniz gibi düşünebilirsiniz ağ optimizasyon cihazlarını.

Neredeyse tamamı geniş alan ağ bağlantıları ile şekillenen bulut bilişim çağını yaşadığımız şu günlerde, geniş alan ağı optimizasyonunun yatırım yapılması gereken temel teknolojilerden birisi olduğunu düşünüyorum.

Görüşmek üzere.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 122. sayısında yayınlanmıştır.

Devir Akıl Devri (Dört Köşe #01, Eylül 2012)

1950’lerden 1960’lı yılların başlarına kadar olan dönem Amerika’nın Altın Çağı olarak bilinir. Savaştan çıkmış bir dünyada ekonomik endişelerin bir kenara bırakıldığı, her şeyin daha büyük, daha çok olmasının makbul olduğu bir zaman dilimidir. Bunu anlatan belki de en güzel örnek o devrin Amerikan arabalarıdır. Bizim daha çok dolmuş olarak bildiğimiz Impala’lar, Buick’lerin devridir o zamanlar. Motorlar 6 - 7 litre, 300 – 400 beygir gücünde, içerisi salon salomanje. Herkesin kapısında ikişer üçer; insanlar bu metalara sahip olmanın verdiği mutluluğu yaşarlar.

Soğuk savaş, petrol krizi derken bu devir biter. Amerika bugün ucuz maliyetli alternatif yakıtların, çok yolculu taşıtlara öncelik tanıyan yolların, hibrid motor teknolojilerin öncüsü olan ülke olarak karşımızda.
Çok benzeri bir dönemi de bilişim teknolojilerinde yaşadığımızı düşünüyorum. Bilişim teknolojileri ile 20. yüzyılın sonlarında tanışan günümüz iş dünyası, bilişim bileşenlerinin limitli kapasiteleri ile sınırlı oldukları dönemi aşmanın verdiği bir rahatlama ile 2000’li yılların başlarında oldukça yüksek kapasiteli yatırımlara gitti. Çok işlemcili dev sistemler, her işi için adanmış sunucular, bant genişliği sağlamak için uzak alan bağlantısı için bile kurumlara adanmış fiberler, her uygulamaya adanmış depolama sistemleri, elektrik tüketim endişesi olmayan veri merkezleri...
Yaşanan krizler ve maliyet düşürme endişeleri bilişim teknolojilerini de benzer yollara soktu. Optimizasyon  önemli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Blade sunucu gibi teknolojiler ile fiziksel alanda sağlanan tasarruf bana 5.5 metrelik Amerikan arabalarından 4 metrenin altında boya sahip kompakt arabalara dönüşü çağrıştırıyor. Tıpkı artık ailede herkesin ayrı ayrı arabası olmadığı gibi, sunucular da artık sanal makineler üzerinden paylaşımlı olarak kullanılıyor. Paylaşımlı kullanımda bile artık 8 işlemcili sunucuları nadiren kullanıyoruz. Sunucular daha az elektrik yakıyor; kullanmadığı işlemciyi kapatıyor. Disk sistemleri tekrar eden verileri tek nüsha olarak tutarak aynı verinin olduğu dizilerin yerine “denden” işareti atmayı öğrendi. 
Kurumlar bilişim yatırımlarını yaparken elbette öncelikli olarak hedefledikleri servis seviyelerini tutturmayı hedefliyor. Ancak bunu sağlamak için artık bilişimde “kaba kuvvet” devrinin yerini akıllı bilişim teknolojilerine bıraktığını düşünüyorum. Bugün kurumsal çözümlerde sanallaştırma, katmanlama, tekilleştirme, sıkıştırma, önbellekleme, akıllı yönetim gibi teknolojleri kullanıyoruz. Hedefimiz hem bilişim bileşenlerinden, hem bu yapıyı barındıran mekanlardan, hem de bu yapıları ayakta tutan personelden en yüksek verimi elde etmek.
Doğaldır ki sunucu, istemci, depolama, ağ cihazları gibi farklı bilişim bileşenlerinin her biri için çok farklı optimizasyon teknolojilerinden bahsetmek mümkün. Bundan sonraki yazılarımda bu bileşenlerden her biri ile ilgili daha detaylı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Gelecek ay ağ optimizasyon konusu ile sizlerle birlikte olmak üzere.

Bu yazı daha sonra düzenlenerek Telekom Dünyası'nın 121. sayısında yayınlanmıştır.

07 Ekim 2013

Evlilik Aşkı Öldürüyor

İki başarısız evliliği başarı ile bitirmiş bir insan olarak bu başlığın kelime anlamı üzerine de bir şeyler yazmam beklenebilir. Ancak söz konusu olaylar benden başka kişilerin de özel hayatlarını ilgilendiriyor olduğundan böyle bir şey olmayacak. Burada bahsi geçen mecazi evlilik ise bu blog ile benim aramda.

Üç aya yakındır bir şey yazmıyorum. Ondan önceki performansım da çok iyi değildi zaten. Yazacak hiç mi bir şey bulamıyorum? Yooo, çok var. Zaman? Eh, gani gani değil ama var yine de. Peki problem ne?

Benim şekilciliğim.

 
Basın ve Yazılar başlıklarıyla sonradan icad ettiğim başımın belaları.

Büyük hevesle başlamıştım blog yazmaya. Düzen tutturamayacağımı biliyordum en baştan da, zaten blogun espirisi de o değil miydi, kafana göre yaz, rahatla, anlat.

Sonra sırasıyla Telekom Dünyası ve Hardware Plus'ta köşelerim yayınlanmaya başladı. Oraya yazdıklarımı da buradan paylaşmak istedim. Görsel olarak güzel olsun, dergideki havayı aynen yansıtsın diye Yazılar diye bir yan sayfa açtım. İşte orada hayati hatayı yaptım. Düzensiz bloğa düzen girmeye kalktı.

Bilen bilir, manyağımdır. O sayfadaki her bir ikon görevi yapan küçük resimcikler aynı boyutta olacak, tıklandıklarında A4 pdf olarak Google Drive'a kaydedilmiş sayfa ayrı bir tarayıcı penceresinde açılacak. Aynı tıklama konu başlığı için de geçerli olacak. E, bunun için her ay ilgili dergilerin elektronik sürümlerinin çıkması beklenecek. Elektronik halleri Google Drive'a Yıl-Ay-Başlık formatında kaydedildikten sonra herkesin okuyabileceği şekilde paylaştırılacak. Bi araba iş.

Ve bir başka boyutu, artık görev haline geldi ya. Elimi süresim gelmiyor. İçim gidiyor bir yandan. Ama, bir şey yazmadan önce de yapmam gerekenleri yapmak zorunda olmam beni rahatsız ediyor.

Halbuki bir şey yapmama gerek yok. Ben bu blog'u seviyorum. Böyle seviyorum. O yapmam gereken dediklerimi yapmamı beklemiyordu ki blog. Onları yapmam gerekliliği ile ilgili beklentiyi koyan benim.

Yapmam gerektiğini düşündüğüm bir şey yüzünden asıl yapabileceklerimi yapmıyorum.

Blogum ile olan aşkımı sürdürmek için bugün itibarı ile buradaki her türlü beklentiyi kırıyorum.

Her ilişki sizin verdiğiniz kadarı ile güzel. Karşınızdakinin istediği ya da sizin onun istediğini düşündüğünüz kadarı ile değil. Kurallar ile hiç değil.

Sanırım o yüzden evlilik aşkı öldürüyor. Blog için yazdık ama... Paralellikler de yok değil.